“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır”
Ludvig Wittgenstein
Benzer bir olay 2009 Ekim ayında da yaşanmıştı. O dönemin Yayın Yüksek Kurulu Başkanı “Sanatsal ve kültürel değeri bulunmayan ve Kıbrıs Ağzı’dır diye yanlış ifade ve anlamlarla güzel Türkçemizi bozan yayınlara programlarda yer verilmemelidir” açıklaması Kıbrıslı Türklerin geniş kesiminin tepkisiyle karşılanmış, konu mecliste de gündeme getirilerek tartışılmış ve hatta dönemin UBP iktidarı “kendi halkının dilini yasaklamak istemekle” suçlanmıştı. Geçtiğimiz günlerde HP Milletvekili Hasan Topal’ın, sonradan kısmi düzeltme yaparak yumuşatmaya çalışmış olsa da, “Kıbrıs Türkçesi diye abuk sabuk kelimelerin kullanılmasına karşıyım” açıklaması, benzer bir tartışmayı başlattı. Olayın bu denli büyük gürültü koparmasının nedeni, kanımca sorunun sadece ‘dil’in kendinde bir sorun, yani sadece dilin yapısal mahiyetiyle ilgili olmaması (burada söz konusu dil Türkçe olduğu için Türkçe dilinin kurallar bütünü/ yapısal karakteri vb), bundan çok daha fazlasını içeriyor olmasıdır. Tartışma adına kopan fırtınada sapla samanın karıştırılması da galiba bu yüzden.
Ne demek istiyorum?
Kıbrıs sorunu içine sıkışmış, dünyadan izole Kıbrıslı Türklerin, siyasal-kültürel bir varoluş sorunu yaşadığı, hamaset edebiyatının arkasına sığınmadan bakan her gözün görebileceği bir gerçeklik. Bu gerçekliğin bir ayağı (siyasi ayağı), siyaseten kaderini belirleyici özgür bir iradeye sahip olmaması, Türkiye ile olan ilişkiler kapsamında daha çok tek yönlü işleyen bir ‘buyuran-buyurulan’ ilişkisi üzerinden işlevsellik kazanması ve bunun da son kertede irade zafiyetine yol açması; bir başka ifadeyle siyasal kimlik ölçeğinde bir varoluş krizinin yaşanması halidir. İkinci ayağı ise, siyasi düzlemde yaşananlara ilave, kültürel düzlemde de (kültürel ayak) benzer bir durumun söz konusu olması, yani siyaseten dışardan belirlenen iradenin, kültürel düzlemde de karşılığının bulunmasıdır. O karşılık da yeterince Türk/milliyetçi, yeterince Müslüman olmayan -öyle kabul edilen- Kıbrıslı Türkün bu eksikliklerinin giderilmesi
-istenen kalıba sokulması- , yönünde adımların atılmasıdır. Buradan bakınca, Kıbrıslı Türkün siyasal ve kültürel ölçekte varoluşsal sorunlar yaşamakta olduğunu söylemek somut gerçekliğin tescilidir.
Ancak şu da vardır: Siyasi irade zafiyetinin yol açtığı varoluşsal sorununu siyaset aracılığıyla aşamayan -ülkede siyasete duyulan güvensizlik de en çok buradan kaynaklanmaktadır; iktidar değişimlerinin bu konuda belirgin bir farklılık göstermemesi, siyasete güvensizliği tırmandırdığı gibi tepkileri farklı yollarla ifade etme potansiyelini de artırmaktadır- Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğu, tepkilerini, adeta son direniş noktası olarak kabul ettikleri ‘kültürel kimlik’leri üzerinden göstermektedir. Başka bir ifadeyle siyasi irade zafiyetine ilave, onu istediği kalıba sokmak isteyen dayatmalara, kendini en çok kendisi olarak hissettiği ‘kültürel kimliği’ni daha çok sahiplenerek karşı çıkmaktadır. Bunu ise en çok ‘dil’ üzerinden yaptığı aşikârdır. Evet, oradan yapmaktadır çünkü Kıbrıslı Türk’e en çok ‘Kıbrıslı’ olduğunu hatırlatan, onu kendine özgü kılan ve özgün yapan dayanaklarından biri, dili kullanma biçimidir (Kıbrıs ağzı’dır). Böyle olduğu içindir ki hangi dürtüyle olursa olsun, bunu yasaklamaya yönelik atılacak her adım, bir bakıma ‘son direniş noktası’ olarak kabul edilen kimliğin yasaklanması/baskılanması (başka kalıba sokulmak istenmesi) olarak, haliyle ‘varoluş sorunu’ olarak algılanacağından tepki ile karşılanacaktır. Nitekim öyle de olmaktadır. Ancak tam da burada, çok boyutlu tarihsel gerçekliği üzerinden tartışılabilecek -tartışılması gereken- ve anlam kazanacak olan ‘dil’ sorunu; bir uçta yasakçı/yasaklayıcı, diğer uçta ise öfke dozu yüksek duygusal tepkileri kuşanmış yaklaşımların yer aldığı söz dalaşından öteye gidememektedir. Yasakcı/yasaklayıcı anlayış kendini ‘güzel Türkçe’nin selameti/doğruluğu açısından ve ‘bozuk Kıbrıs Ağzı’nın buradaki olumsuz rolünü ortadan kaldırmak adına dayatırken, büyük (makro) dil içinde (Türkçe) bir özgünlük olarak yer ve işlev görebilecek küçük ölçekli (mikro) ‘Kıbrıs Ağzı’nı inkâr ve red etme gafletine düşmekte; duygusal tepki gösterenler ise kültürel kimlik bağlamında bir özgünlüğü ifade eden ’Kıbrıs Ağzı’nı sahiplenmek adına onu ayrı büyük (makro) bir dil mertebesine çıkarmak suretiyle, bir bakıma aynı gafletle karşılık vermektedir. Burada Türkçe’nin Kıbrıslı Türkleri de içine alan makro (büyük) dil olduğu, bu dilin bilincine sahip olmanın, onu düzgün kullanmanın, düşünsel/edebi/ estetik hazzını yaşamanın önemli ve gerekli olduğu ne kadar doğruysa, o dil içinde mikro (küçük) ölçekli dilsel bir unsur olan ‘Kıbrıs Ağzı’nın yer aldığı ve özgün karakteri nedeniyle makro (büyük) dile kültürel katkısı olabileceği gerçeği de o kadar doğrudur.
Bu noktada yaşanan soruna ışık tutması ve aydınlatıcı olabilmesi açısından ‘dil’i ve bu kapsamda Türkçeyi biraz daha ayrıntılı konuşmakta yarar var. ‘Dil’in uluslaşma ve ulus-devletleşme sürecinde, homojenleştirici işlev gören temel unsurlardan biri olarak öne çıktığı, bu bağlamda siyasal/ideolojik/kültürel işlevi olduğu bilinir. Nitekim dağılan Osmanlı İmparatorluğu’ndan ulus-devlet olarak Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna geçilirken Türkçe de böyle bir işlevi yerine getirmiştir. İmparatorluğun ‘çok milletli’ yapısından, ulus-devlet’in homojen ‘tek millet’ine geçmede gerekli olan ‘dil birliği’ni Türkçe sağlamıştır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki Osmanlıcadan Türkçeye doğru evrilen bu süreç çalkantılı bir seyir izlemiştir. Özet olarak önce Türkçenin dünyanın ilk dillerinden olduğu iddiası ile gündeme gelen ‘Güneş Dil Teorisi’ ve buradan yeni bir dil inşa etme gayreti bir garabete dönüştüğünden süreç çok sürmemiş, bu yapay zorlamadan kısa sürede geri dönülmüştür; ardından dilin yabancı kelimelerden arındırılmasına yönelik ‘öztürkçecilik’ ve dilde sadeleştirme vb. uygulamaları gündeme gelerek bu kez de Osmanlıca ciddi biçimde budanmış, bu yolda radikal adımlar atılmıştır. Türkçenin Türkiye Cumhuriyeti devleti sınırları içinde (merkez) seyreden bu serüvenin, bu sınırlar dışında kalan Türkçenin kullanıldığı bölgelerde (çevrede, -Kıbrıs da bu çevrededir-) aynı zamanda çevrenin kendi tarihsel-kültürel serüveninden kaynaklanan kimi farklılıklar içermesi ise kaçınılmaz olmuştur. Bugün kimilerinin ‘abuk-sabuk’, ‘uydurma’, ‘bozuk’ diyerek yasaklamak istediği, kimilerininse ayrı bir dil mertebesine çıkardığı ‘Kıbrıs Ağzı’ işte bu serüvenin sonucudur. (Tam da burada konu üzerinde yapılan çalışmalar arasında en dikkat çekici olanlardan bir tanesinin Mehmet Yaşın’ın “Üveyanadil’ kavramlaştırması olduğunu, ancak yeterince tartışılmadığını da ayrıca hatırlatmak gerekmektedir)
‘Türkçe-Kıbrıs Ağzı’ çerçevesinde yaşanan tartışmalara dair son sözü söylemeden, dilde yasakçı/yasaklayıcı uygulamaların makro (büyük) dil olarak Türkçedeki dramatik sonuçlarını ve bunun edebiyattan felsefeye/bilime yansımalarını iki çarpıcı tespit üzerinden örneklemek istiyorum. Birincisi değerli edebiyat ve kültür insanı, modern Türkçe romanın öncü isimlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “üç kuşak aynı kitabı okuyamıyoruz” tespitidir. Bu veciz cümlesinde Tanpınar dildeki radikal uygulamaların (yasaklama/budama/sadeleştirme) son kertede kültürel sürekliliği kesintiye uğrattığını, kuşakların birbirlerini anlamalarına engel teşkil ettiği gerçeğini çok net bir biçimde ortaya koymaktadır. (Tecrübeyle sabittir, kendi kuşağımdan bir arkadaşıma okuması için üstadın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ romanını verdiğimi ve onun birkaç gün sonra ‘dili çok ağır anlamıyorum” diyerek geri getirdiğini hatırlıyorum. İlk yayınlanma tarihi 1954 olan ‘Türkçe’ bir romanı, 60’lı yaşlarını sürdüren bir insanın Türkçesiyle anlamıyorum diyerek geri çevirmesi tuhaf, dahası hazin bir tablo değil mi? ) Keza kendisi bir dil ustası olan Çetin Altan’ın, eserlerindeki dil yoğunluğu ve zenginliği bakımından yaptığı Victor Hugo-Yaşar Kemal kıyaslamasından, Hugo’nun romanlarında ortalama 40000 kelime kullanırken, Türkçe’nin en yetkin yazarlarından Yaşar Kemal’de bu rakamın 3500-4000 dolaylarında seyrettiği sonucunu çıkarması da, özellikle dilin sınırlarının daraltılmasından doğan zafiyeti/ fakirleşmeyi işaret ediyor olması bakımından anlamlıdır. Sadece bu kadar da değil. Aynı sorunun felsefede de söz konusu olduğu, bugün hâlâ Türkçe’nin bir ‘felsefe dili’ ya da ‘felsefeyi karşılayan bir dil’ olup olmadığı tartışmalarının devam ediyor olmasından da bellidir. Şunu demeye getiriyorum, makro bir dil olarak Türkçenin geçmişten bugüne radikal uygulamalara (yasaklar/kısıtlamalara) maruz kalmasının yaşam/gelişim serüvenini olumsuz etkilediğidir. Bir başka ifadeyle -burada Wittgenstein’e kulak verecek olursak) dilin sınırlarının daraltılmasının onun dünyasının daraltılması demek olduğu, bunun da dilde zafiyete yol açtığıdır.
Buradan bakınca ‘dil’in yaşayan bir organizma olduğu, yasaklarla, sınırlarını daraltarak, dışa kapanarak değil, aksine özgürlüklerle, sınırlarını genişleterek ve başka dillerle/kültürlerle karşılıklı doğurgan bir etkileşim içinde olarak zenginleştiği gerçeğini hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar var. Şüphesiz burada kastedilen dilde bir başı bozukluk , uydurmacılık ya da gelişigüzel bir yığılma değildir, aksine yaşamda karşılığı olan, kullanım değeri yüksek bir bilinç haline alacak yoğunlaşmadır. ‘Türkçe-Kıbrıs Ağzı’ çerçevesinde sürdürülen tartışmaların da bu çerçevede gerçekleştiği takdirde bir anlamı olacaktır.
Şudur: Türkçe, Kıbrıslı Türklerin de dâhil olduğu makro (büyük) dildir. Bu dili doğru kullanmak, dilin bilincine sahip, düşünce ve edebi dil olarak derinliğini, estetik hazzını yaşamak önemlidir. Ancak Kıbrıslı Türk açısından bunun kadar önemli olan ve varoluşsal anlamda kendinde karşılığı olan Kıbrıs Ağzı’nın da, Türkçe karşısında ayrı bir dil olarak değil, ona içkin olan bir özgünlük olarak yer alması da önemlidir. Son tartışmalarda yaşandığı üzere Türkçe’nin selameti adına Kıbrıs Ağzı’nı yasaklamak/ tedavülden kaldırmak ne denli yanlış, dilin sınırlarını haliyle dünyasını daraltan, sığlaştıran bir uygulamaysa; bunun karşısında ayrı bir dil olmayan Kıbrıs Ağzı’nın ayrı bir dil olduğunu iddia etmek de o denli yanlış, son kertede dilin sınırlarını, haliyle dünyasını daraltan, onu sığlaştıran bir uygulamadır.
Son söz bir kez daha Luvdig Wittgenstein’ın olsun:
“Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.”