Tufan Erhürman
1988 yılında başladım hukuk fakültesine. Göz açıp kapayıncaya kadar 26 yıl geçti. Birinci sınıfın dersleri arasında Hukuk Başlangıcı da vardı. Bu dersin ilk konusu “sosyal düzen kuralları”ydı. İki ayrı kitap önermişti hocamız. Birinin yazarı Adnan Güriz, diğerininki Necip Bilge idi. Güriz, sosyal düzen kurallarını, din, örf ve adet, görgü, ahlak ve hukuk kuralları olarak beşe ayırırken, Bilge, bunları, din, ahlak, görgü ve hukuk kuralları olmak üzere dörde ayırarak inceliyordu. İtiraf etmem gerekirse, 1988’de o kitapları okurken, 26 yıl sonra ülkemdeki bir yasa önerisinin tartışılması sırasında bu konulara geri dönmek zorunda kalacağım aklımın ucundan bile geçmemişti.
Ceza (Değişiklik) Yasa Önerisi’ne şiddetle karşı çıkanların bir kısmının Kuran-ı Kerim’in bazı ayetlerinde sözü edilen Lut Kavmi’nin hikayesini, diğer bir kısmının da Kıbrıslı Türklerin “ahlak anlayışı”nı ya da “örf ve adetleri”ni iddialarına gerekçe olarak göstermesi karşısında, hukuk fakültesi birinci sınıfta anlatılanlara dönmek maalesef hazin bir zorunluluk haline geldi.
Din, ahlak ve örf ve adet kuralları bir toplumun düzen içinde yaşamasını sağlamak açısından önemli bir işlev görür elbette. Ancak bu kurallarla hukuk kurallarının farkını kavrayamamak her vakit ciddi sıkıntıları beraberinde getirir. Çünkü din, o dine inananları, ahlak ve örf ve adet de bu alanlardaki kuralları kabul edenleri bağlarken, hukuk, doğal olarak herkes için bağlayıcıdır. Din kurallarına uymayanların günah işledikleri, ahlak ve örf adet kurallarına uymayanların “ayıp ettikleri” kabul edilirken, ceza hukuku kurallarına uymayanlar suçludurlar. Günah işleyenler, yaşarken veya öldükten sonra başlarına geleceği o dinin kutsal kitabı tarafından bildirilen felaketleri göze alıyorlarsa, devletin kendilerine fazladan bir yaptırım uygulaması söz konusu değildir. Yaygın olarak kabul gören ahlak ve örf ve adet kurallarına uymayarak “ayıp edenler” de ancak kınanabilirler. Devlet, hukukun düzenlediği fiiller hariç, kimseyi ayıp etti diye cezalandırmaz. Oysa ceza kanunlarına uymayanlar, dinen veya ahlaken meşru bir harekette bulunduklarını ya da örf ve adet kurallarına uygun davrandıklarını iddia etseler, hatta bu iddialarında haklı olsalar dahi mutlaka cezalandırılırlar. Dolayısıyla, din, ahlak ve örf ve adet kurallarıyla hukuk kurallarını birbirinden özenle ayırmak gerekir.
Bu konuya ilişkin en tehlikeli yaklaşımlardan biri de, hukukun, ahlak, örf ve adet ya da din kuralları üzerine temellendirilmesini talep etmektir. Laik bir devlette hukuk kurallarının din kurallarından hareketle belirlenmemesi gereği bir yana bırakılsa bile, bu yaklaşım, her durumda, toplum içindeki bir kesimin kabul ettiği kuralları diğer kesim veya kesimlere dayatma sonucunu doğurur. Örneğin Müslüman olmayan (başka bir dine mensup veya dinsiz olan) bir yurttaşın Kuran-ı Kerim’de Lut Kavmi ile ilgili olarak anlatılanlara inanma zorunluluğu yoktur. Benzer bir biçimde, toplumun çoğunluğu tarafından benimsenmiş olsa bile, ahlak ve örf ve adet kuralları, bunlara uymamanın yaptırımını (ayıplanmayı, kınanmayı) göze alanlar için bağlayıcı değildir. Devletin bu kuralları hukuk kuralı haline getirerek herkes için bağlayıcı kılması, insan haklarının temelinde yer alan eşitlik ilkesinin açık ihlalidir.
İşte bugün Ceza (Değişiklik) Yasası’na, din, örf ve adet ya da ahlak kurallarından hareketle karşı çıkarken, çok meşru dayanaklardan hareket ettiklerini sananlar, tam da bu sebeple, belki farkında dahi olmadan, modern insan hakları anlayışına taban tabana zıt tutumlar takınmakta, insan haklarını, kendi dini inanışlarına, ahlak anlayışlarına ya da kabul ettikleri örf ve adet kurallarına aykırılığı gerekçe göstererek aslında reddetmektedirler.
Bu tutum, insan haklarının öznesi olan “insan”ı, yalnızca belli bir dine ya da mezhebe inananlara, belli ahlak ve örf ve adet kurallarını kabul edenlere indirgemeyi, kendisi gibi olmayanı hak sahibi görmemeyi, kısacası hak öznesi “insan” saymamayı beraberinde getirir kaçınılmaz olarak. Ve “insan”, “insan”dan saymadıklarıyla bir arada olmaktan, onların da kendisi gibi “ortalarda dolaşmasından” rahatsız olabilir. Ama sanırım çok fazla abartmamak gerekir bu rahatsızlığı. Ben de, beni, 1988’de okuduklarımı 26 yıl sonra hatırlamak, o yetmezmiş gibi defalarca anlatmak zorunda bırakanların beynimde ve yüreğimde yarattığı rahatsızlıktan muzdaribim mesela. Ama bu rahatsızlık onların da insan, dolayısıyla, düşünceyi açıklama, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkına sahip özneler olduklarını unutturmuyor bana. Belki de insan haklarına inanmanın ölçütü, varlıklarından rahatsız dahi olsanız tüm insanları hak öznesi olarak kabul edebilmektir! Kim bilir!?