Münür Rahvancıoğlu
(Bağımsızlık Yolu Genel Sekreteri)
munur.rahvancioglu@gmail.com
Geçtiğimiz haftanın yoğun gündeminde kendine hızla yer açan ve halkın büyük bir çoğunluğu tarafından kaygıyla takip edilen bir yasal değişiklik söz konusu: Din İşleri (Değişiklik) Yasa Tasarısı. Tasarı bir süreden beridir ilgili Meclis Komitesi’nde görüşülmekte olduğu halde ne yazık ki bu süre zarfında kamuoyunun bilgisine gelmemiş ve ancak ilgili Komite’de oy birliği ile onaylandıktan sonra Meclis dışı muhalefetin çabaları sonucu gündem olabilmiştir. Sadece bu olgu bile, Meclis içinde halkın konulara müdahil olabilmesi kaygısı ile hareket eden bir öznenin eksikliğinin göstergesidir. Halkımızın sadece bugününü değil, çocuklarımızın geleceğini de yakından ilgilendiren böylesi bir konunun; yeterince tartışılmadan apar topar ve oy birliği ile Genel Kurul gündemine alınabilmesi kaygı vericidir.
Peki bu Değişiklik Yasası’nda neler var, gelin yakından bakalım...
Siyasal İslam Yasal
Şu an yürürlükte olan mevcut Yasa’nın 6. Maddesi’nde Din İşleri Dairesi’nin görevleri arasında “İslam dinini taassup, gerici, istismarcı ve siyasi faaliyetler dışında tutumak” da var. Oysa Komite’den oy birliği ile geçen Değişiklik Tasarısı bu ifadeleri tamamen kaldırıyor. Buna göre artık Din İşleri Dairesi, İslam dininin taassup, gericilik ve siyaset aracılığı ile istismar edilmesini engellemekle yükümlü değil. Siyasal İslam’a yasal zemin sunan bu değişikliğin yanında, Daire’nin görev ve yetkileri genişletilerek “halkı din konusunda aydınlatmak için yazılı ve görsel programlar yapmak ve yaptırmak, hizmet içi eğitimler vermek, hac ve umre organizasyonları yapmak ve yaptırmak” gibi görevler de Yasa’ya giriyor. Bu amaç çerçevesinde 7. Madde’ye “Din Hizmetleri ve Halklar İlişkiler Birimi” isimli bir birim eklenerek, dinsel eğitim, basın ve yayın gibi görevler bu birime veriliyor. Buna ek olarak 8B Maddesi aracılığı ile “Din İşleri Komisyonu” isimli yeni bir komisyon kuruluyor. Bu komisyon hafızlık eğitimi yapmak, sınav düzenlemek, belge vermek, işe girecekleri yeterlilik sınavına tabi tutmak gibi görevlerle donatılıyor. Kısacası kamuda İslam dininin ülkemiz dışından gelen bir çeşidinin siyasal olarak örgütlenmesi için gerekli tüm kurumlar oluşturuluyor.
İslamın siyasallaşmasının önünü yasal olarak açan bu değişikliklere ek olarak, Din İşleri Dairesi Başkanlığını yürütecek olan yani esasen üst düzey bir kamu görevlisi olan kişi için İslam’a göre hareket etmek zorunlu hale getiriliyor. Değişiklik Tasarısı ile 8. Madde’de “Başkan hizmetlerini İslam dininin esaslarına uygun olarak yürütür” denilerek, bir kamu görevlisine İslam dininin esasları ile hareket etme mecburiyeti getiriliyor. Oysa bir kamu görevlisinin Anayasa ve yasal mevzuata uygun davranmak dışında bir mecburiyeti olmaması, hukuk devletinin esasıdır.
Siyasal bir erk haline getirilen ve Anayasa’nın değil İslam’ın esaslarına göre hareket etmesi beklenen Başkan’a 8A Maddesi ile iki de yardımcı sunuluyor. Bu yardımcıların siyasi atama ile göreve geleceğini, zaman içinde müşavir ordusunun daha da büyüyeceğini ise söylemeye bile gerek yok.
Din İşleri Bakanlığı!
Yukarda sayılan siyasal gücün ifa edilebilmesi için gerekli finansal özerklik de Değişiklik Tasarısı ile sağlanmış durumda. Mevcut durumda, Din İşleri Dairesi’nin bütçesi Vakıflar’a bağlı ve harcamalar için Bakanlar Kurulu onayı gerekirken, tüm bunlar değişiklikten sonra kalkmış olacak. Din İşleri Dairesi hiçbir harcamasında ne Vakıflar’ın ne de Bakanlar Kurulu’nun onayına gereksinim duymayacak, hatta bilgilendirmesi dahi beklenmeyecek. İslam dininin ilkeleri ile hareket etme şartı getirilen Din İşleri Başkanı, aynı zamanda finansal olarak da tamamen serbest olacak.
Ayrıca Din İşleri Dairesi’nin “yurtiçi ve yurt dışından yapılan bağışları kendi bütçesine alıp harcama yetkisi” olacak. Bu da sadece para harcamak bakımından değil, kaynak yaratmak bakımından da tamamen serbest bir Din İşleri Dairesi anlamına geliyor. Bütünü düşünüldüğünde devlet içinde devlet, hiçbir Daire’nin sahip olmadığı tam bir serbestlik ve kendi başına bir Bakanlık gibi hareket etme imkanı anlamına gelen bu değişikliklerin yasal hale gelmesi, sizce de ciddi tehlikeler barındırmıyor mu?
Din Görevlileri
Değişiklik ile, Din İşleri Dairesi Yasası’nın 2. Maddesi’ne “Din Görevlisi” diye yeni bir tanım getiriliyor. Buna göre, din görevlisi tanımına uyan kişiler tıpkı diğer daire memurları, gibi asıl ve sürekli görevleri yerine getiren ve daire bütçesinden aylık alan kişiler olacak. Bu aslında şu anlama geliyor: Aynı değişikliğin 7A Maddesi TC-kktc arasında imzalanan protokoller uyarınca yurtdışından gelen din görevlilerinin devlet memuru olacağını belirtiyor. Yani Din İşleri Dairesi’nde, Türkiye’den gelen din görevlileri, devlet memuru gibi çalışacak ve maaş alacak.
Bunun Anayasa’ya aykırı olduğunu belirtelim. Anayasa’nın 120 ve 121. Maddelerindeki düzenleme “Devletin genel yönetim ilkelerine göre yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetlerinin gerektirdiği asıl ve sürekli görevler, kamu görevlileri eliyle yürütülür" olgusunu şart koşuyor. Ama Din İşleri (Değişiklik) Yasa Tasarısı, önce 2. Maddede “Din Görevlisi” diye bir tanım yaratıp ardından da 7A maddesi aracılığı ile Türkiye’den protokol gereği gelecek personeli bu tanıma sokup, devlet memuru statüsü kazandırarak Anayasa’yı ihlal ediyor.
Bilindiği gibi ülkemizde dinsel inancını salt İslam çerçevesinde ifa etmeyen birçok topluluk mevcut. Ancak İslam inancı da onlarca farklı coğrafyada, yüzlerce değişik biçimler almış bir yaşam biçimi. Bizim ülkemizde de İslam’ın özgün bir yorumu ve Türkiye’den farklı bir uygulaması yaygın. Bu özgün biçim yüzyıllar içinde gelişmiş, halkımıza karakterini veren temel öğelerden biri. Oysa şimdi, Türkiye’nin kendine özgü İslam yorumu, devlet eli ile baskın kılınmak üzere harekete geçilmiş durumda. Kişisel olarak her bireyin hangi dinsel pratiği tercih ettiği veya doğru bulduğu kendi bireysel kararıdır. Ancak bir ülkede yaygın olarak bulunan bir pratiğin, devlet eli ile başka bir ülkenin pratiğine doğru evriltilmesi; üstelik bunun için Anayasa’nın da ihlal edilerek, bir takım protokollerle geçici olarak görev yapan kişilere devlet memuru statüsünün sağlanması bir toplum mühendisliği projesidir. Kabul edilebilir bir yanı yoktur.
Kur’an Kursları
Geçmişte yasal olup olmadığı sıkça tartışılan Kur’an Kursları, Yasa’nın 6. Maddesi’nde yapılan değişiklik ile Daire’nin görevleri arasına ekleniyor. Bu kursların “Eğitim Bakanlığı ile istişare içinde” gerçekleştirileceği yazılmasına rağmen, bunun Daire dışından bir kurumca herhangi bir onaya veya denetime tabi olmayacağını da belirtelim. Ama bundan çok daha önemlisi Kur’an kurslarının yasallaşarak yaygınlaşacak olması ve her bölgede dinsel gericiliğin devlet eli ile örgütlenmesidir. Üstelik bu kurslar için hiçbir pedagojik şart, yaş sınırı vb. düzenleme getirilmiyor. Her yaştan çocuk, henüz soyut düşünme noktasında zihinsel olgunluğa erişmeden, bilim dışı bir “eğitim” ile karşı karşıya kalacak. Ve bu artık yasal olacak!
Din İşleri Dairesi: 67 Kişiden 364 Kişiye
Yukarda sayılan siyasi, eğitimsel ve finansal erkin icra edilebilmesi için Din İşleri Dairesi’nin personel sayısı da arttırılıyor. Mevut durumda 67 kişi olan Din İşleri Dairesi personel sayısı, değişiklikten sonra 364 kişiye ulaşacak. Daire’nin bir bakanlık veya başlı başına bir devletçik gibi davranacağı, sadece eklenen yeni kadro sayısına ve hizmet sınıflarına bakarak bile anlaşılabilir. Daire’nin kadrolu memurları arasına; imam-hatip, müezzin-kayyum, mimar, mühendis, idare memuru, kitabet memuru gibi görevliler eklenerek 297 yeni istihdam hedefleniyor.
Ufak bir kıyaslama yapılabilmesi için, Çalışma Dairesi’nin kadro sayısını göz önünde bulundurabiliriz: Çalışma yaşamı ile ilgili her türlü düzenlemeyi yapmakla yükümlü olan Çalışma Dairesi’nin yasasında kktc geneli için sadece 89 kadrolu memur öngörülmüş durumda. Bu 89 kişi ile Daire; tüm işyerlerinin kaydını, denetimini, iş kazalarının önlenmesini, işçiler için iş ve patronlar için işçi bulmayı, maaş, yıllık izin, ek mesai, haksız işten durdurma gibi konuların kontrolünü, meslek hastalıklarının önlenmesini, özürlü bireylerin istihdamını, istihdam edilemeyen özürlü bireylerin finansmanını, kayıt dışı işçiliğin önlenmesini, çalışma izni prosedürlerinin yerine getirilmesini, sendikal konuların karara bağlanmasını, tüm bunlarla ilgili sorunların uyarılmasını, cezalandırılmasını ve mahkemeye taşınmasını yürütmek durumunda. Fiili personel sayısı ise öngörülen kadronun yarısından biraz fazla, Daireye de 12 yıldır tek bir kadrolu personel istihdam edlmiş değil!
Nasıl Bir Laiklik?
Laik bir devletin, her dine eşit mesafede durması ve vatandaşlarının dinsel inançlarını veya inançsızlıklarını huzur içinde yaşayabilmesi için uygun koşulları yaratması gerektiği açıktır. Ülkemizde sadece İslam dinine mensup bireylerin yaşamadığı, çok geniş bir Alevi topluluğun varlığı, hiçbir inanca mensup olmayan bireylerin yaygınlığı ve kendi imkanları ile varolmaya çalışan Hristiyan topluluklar olgusu da bilinen gerçeklerdir.
Tüm bunlar ortadayken, İslam dininin tek bir mezhebini ve onun da sadece tek bir yorumunu “din” olarak kabul eden bir “Din İşleri Dairesi”, nasıl bakarsanız bakın Laiklik tanımına denk düşmez. Öte yandan müslüman veya değil her bireyin dinsel inançlarını huzur içinde yaşayabilmesi için devletten bazı haklar talep ediyor olması da anlaşılır bir durumdur.
Bazı kişilere göre her köyde bir veya iki cami, Kur’an kursları, külliyeler, 364 kişilik personeliyle ve siyasal, eğitimsel, finansla yetkileriyle devasa bir Din İşleri Dairesi temel bir ihtiyaç olabilir. Ama her köyde bir sağlık ocağı, her köyde ilkokul olması da bir ihtiyaçtır. Kadın cinayetleri artarken ülkemizde tek bir sığınma evi dahi yok, iş cinayetleri rekor kırarken Çalışma Dairesi’nin yasal kadrosu 90 kişi bile değil, devlet okulları, devlet hastaneleri parasızlıktan dökülüyor, toplu taşımacılık veya sosyal konut gibi kavramlar ağıza dahi alınmıyor. Tüm bunlara ayıracak bütçesi olmayan bir devletin, bir dinin bir mezhebi için 300 kadrolu personel almasını önermek makul değildir.
Laik bir devlet söz konusuysa, binlerce Alevi yurttaş tek bir Cemevi’na sahip değilken, ilkokuldan fazla camisi olan bir coğrafyada yeni camiler yapmak üzere mühendis, mimar kadroları açmak makul değildir. Üstelik bu durum, değil laik bir devlet için, vatandaşlarının eğitim, sağlık, ulaşım, barınma gbi temel ihtiyaçlarını önemseyen bir İslam devleti için bile makul değildir.
Yapılmaya çalışılanın İslam çerçevesinde bile kabul edilebilir olmadığı, aslında dini istismar ederek siyasal ihtirasların aleti kılmak çabası olduğu açıktır.
İğneyi Kendimize Batıralım
Dinsel gericiliğe ve istismara karşı yürütülen mücadelenin, dine karşı bir mücadeleymiş gibi gösterilmesi en sık kullanılan manipülasyon yöntemlerinden biridir. Bu çerçevede “türban özgürlüğü” “Kur’an kursu alma özgürlüğü” ve “yasakçı, zorba laiklik anlayışı” gibi argümanlar sık sık kullanılır. Ve ne yazık ki, emek eksenli bakmaktan yoksun, sınıfsal perspektifini yitirmiş sözde çağdaş siyasal pratikler de böylesi eleştirilere haklılık zemini sunar. Gelin Değişiklik Yasası’nın en çok tartışılan boyutu olan Kur’an kursları meselesine bu çerçeveden bakalım ve siyasal, sendikal pratiğimizi yeniden düşünelim.
Bilindiği gibi bütünü Komite’den oy birliği ile geçen Değişiklik Tasarısı’nın, teker teker tartışılan maddelerinden sadece Kur’an kursları ile ilgili olanına itiraz geldi. İtiraz, bugüne kadar yasadışı sayılan durumun yasal hale gelmesini kabullenip yapılacak olan kursların tüm prosedürünün en ince detayına kadar yasaya yazılması savunusuyla yapıldı. Laikliğin yukardan ve baskı ile uygulanmasına en uygun örnek burada görülebilir: Dine dair her şeyi yasaklayabiliyorsan yasakla, yasaklayamıyorsan boğucu bir denetime tabi tut!
Oysa benimseyelim veya benimsemeyelim, her fikri pratik gibi din olgusunu da, yasaklamalarla veya boğucu bir denetimle sindirmek mümkün değildir. Nitekim bugün, çocuklarını Kur’an kurslarına yazdıran aileler büyük oranda bunu kendi gönüllü iradeleri ile yapmaktadırlar. Ve bu kursların yapılmasına yönelik talebin varlığı, birçok liberalin “yasaklarsak yer altına iner, yasallaştırıp biz denetleyelim” şeklindeki fikrine vesile olmaktadır. Oysa emek eksenli, devrimci bir laiklik yaklaşımı daha vardır.
Öncelikle, bugün ülkemizde çocuklarını dini cemaatlere emanet eden veya yaz dönemlerinde Kur’an kurslarına yazdıran ailelerin birçoğunun dinsel değil yaşamsal motivasyonlarla hareket ettiğini görmek gerekiyor. Birçoğu özel sektörde çalışan, işyerinin sunduğu bir kreş imkanına sahip olmayan, gece geç saaatlere kadar eve uğrayamayan ve özel okula verecek parası olmayan aileler için; ücretsiz Kur’an kursları, yaşamsal bir alernatiftir. Dinsel inancı olmayan, Kur’an kurslarını onaylamayan veya Alevi olduğu bilinen birçok ailenin çocuklarını Kur’an kurslarına yazdırmak zorunda kaldığı bir olgudur. Çünkü bu kurslar ücretsiz bir şekilde “çocuk bakımı” hizmeti sunmaktadır.
Kur’an kurslarını yasaklayarak ortadan kaldırmayı hedefleyen üst sınıf veya küçük burjuva anlayışın algılayamadığı şey işte budur. Özel sektör emekçilerinin birçoğuna Kur’an kurslarından farklı başka bir imkan sunulmamaktadır.
Şimdi bir düşünelim: Sendikalaşmış bir özel sektörde, çalışanların çocukları için ücretsiz kreş, etüd imkanları sunulsa; devlet 297 yeni istihdamla Din İşleri Dairesi’ni şişirmek yerine, yaz döneminde bilim, müzik, tiyatro, edebiyat, sağlıklı beslenme, satranç gibi kurslarla ücretsiz alternatifler yaratsa ve aileler makul saatlerde işlerinden çıkıp insanca bir aile ortamında çocuklarıyla vakit geçirebilseler, yıllık izin kullanıp yaz döneminde çocukları ile olabilseler; Kur’an kurslarına talep şimdiki gibi fazla olacak mıdır?
Devlet vatandaşlarının dinsel ihtiyaçlarını karşılayacak önlemleri alırken, bilimsel zemindeki tartışmadan tek bir geri adım atmadan hareket etse; yani bireysel vicdani terche saygı ile felsefi-bilimsel kıyasıya mücadeleyi el ele yürütse; dinsel düşünce bu kadar yaygın olacak mıdır?
Elbette siyasal islamı devlete egemen kılmak isteyen insanlar yine olacak, onları destekleyen bir kitle de bulacaklardır. Ancak ne kitle tabanları ne de siyasal güçleri bugünkü gibi olabilecektir.
Oysa ülkemizin “sol” partileri bugüne kadar yoksulluğun ve alternatifsizliğin yarattığı siyasal din olgusuna yasak veya denetim dışında bir alternatifi ne önerdiler ne de uyguladılar. Benzer şekilde özel sektörün sendikalaşması için kılını kıpırdatmayan kamu sendikaları, en azından yaz döneminde özel sektörün çocukları için ücretsiz bir kurs altternatifi yaratmak zahmetine katlanmadılar. Çaresiz insanlara, öğütler ve nasihatler vererek, olmayınca da yasaklara başvurarak sorunları çözme çabası nafiledir.
Belki bugün, Din İşleri (Değişiklik) Yasası’na karşı mücadele ederken, özel sektörde sendikalaşmayı, devletin ücretsiz ve yaygın yaz kursları sağlama görevini, bireylerin vicdani tercihlerine saygı duymak ile bilimsel düşüncenin yaygınlaştırılması için dinsel bağnazlığa karşı mücadelenin ayrılabileceğini yeniden düşünmemizin de zamanı gelmiştir.
Çok geç olmadan...