İçerisinden geçmekte olduğumuz ekonomik buhran her geçen gün etkisini tüm kesimler için daha da yıkıcı bir şekilde gösteriyor. Bu buhrandan nasibini en çok da emekçi, üretici ve küçük esnaf alıyor. Haliyle sınıflar arası uçurum açılıyor. İnsanımızın güvence içerisinde temel ihtiyaçlarını onurlu bir şekilde karşılayabilmesinden, emekçinin kendi emeğiyle yarattığı değerden payına düşeni adil bir şekilden almasından, bir başka deyişle iktisadi ve sosyal adaletten fersah fersah uzak durumdayız. Sosyal ve iktisadi adaletsizlik ile insanların kendi kaderlerini etkileyen karar alma süreçlerine katılamayışı ve denetleyemeyişi anlamına gelen siyasal adaletsizlik tek yumurta ikizi gibidir, onların ayrıları gayrıları yoktur. Geçim sıkıntısındaki insanların, geçim derdinden başka bir şey düşünmeleri çok zordur. Başka türlü bir toplum, ülke, hatta dünya tahayyül etmeleri neredeyse imkansızdır. Hakkının hukukunun peşine bile düşemez, kendini söz sahibi vatandaş olarak göremez. Anlayacağınız sosyal ve iktisadi adaletsizlik siyasal adaletsizliği beraberinde getirir. Haliyle siyaset de elit ve küçük bir zümrenin elinde hapis hale gelir.
Tam da burada büyük ve çok boyutlu tartışmalar başlamalıydı. Ama öyle olmadı. Sağ cenahın bu tarz tartışmalara kafa patlatmasını pek de beklemiyorum, sonuçta sistemin yaratıcısı konumundalar. Kendi temsil ettikleri kesimin sorunlarını çözemeseler de iletişim içerisindeler. Diğer yandan sol cenahın sorunları kendisine çizilen sınırların dışına çıkarak tartışamaması, yeni pencereler açamayışı beni çok kızdırıyor . Statükoyu dönüştürmeyi, değiştirmeyi hedeflemekten çok, düzeltmeye talip bir söylemsel ve eylemsel siyaset koyuyorlar ortaya.
***
Oysa bu kriz diğerlerinden farklı. Ekonomik buhranın yanı sıra, demokratik anlamda da Kıbrıs Türk halkının özne olma hissiyatının ve mücadelesinin hem içeride, hem de dışarıda bu kadar tahrip edildiği başka bir süreç yok. Dünya ile kısıtlı olsa da var olan iletişim kanalları izlenen yanlış siyasetle neredeyse tamamen kapanmış, Türkiye Cumhuriyeti ile kurulan ikili ilişkilerin zemini tarihin en asimetrik halini almış vaziyette. Diğer yandan, içeride anayasanın ihlali yaşamımızın bir parçası olmuş, ülkede karar alma süreçleri neredeyse 14. Louis’nin “l’état c'est moi” (devlet benim) anlayışından farksız bir anlayışla yönetilir hale gelmiş. Düşünün, yerel yönetimler gibi ülkenin en önemli kurumlarının geleceği ile ilgili “reform(!)” çalışması yapılıyor fakat belediye başkanları dahil hiçbir paydaşın fikriyatı alınmıyor. Yurttaş olarak bizlerin diğer karar alma süreçlerinde var olmayışımızla ilgili konuya şimdi girmiyorum bile.
Tüm bu antidemokratik tavırlara rağmen halk nezdinde halen sağ cenahın halka, hatta daha spesifik bir şekilde söyleyecek olursak emekçiye, üreticiye, köylüye bir başka deyişle solun tabanına soldan daha fazla dokunduğu konuşuluyorsa; sol, şehir merkezlerinin ötesinde böylesi bir dönemde gerçek anlamda varlık gösterilemiyorsa şapkayı önümüze koymanın zamanı gelmiş demektir.
***
Doğru özeleştirinin her zaman inanılmaz bir tesiri olduğuna inanmışımdır. Gönlüm adamızdan örnek vermek istiyor fakat ne yazık ki bulamadım, ben de Türkiye’ye uzanacağım. Gezi Direnişi’nin üzerinden bir yıl daha geçmişti ki şansa bakın Tanıl Bora direnişin yıldönümü ile aynı haftanın içerisinde “Dinlemek” adında, her zaman olduğu gibi mükemmel bir yazı yayımladı. Bora, Gezi’nin bir “dinleme devrimi” olduğunu vurguluyor. Şahsen dinlemenin önemine çektiği dikkat kadar, solun dinlemez oluşuna yönelik verdiği mesajları da önemsiyorum.
Bora, Masis Kürkçügil’in solun dinlemezliğine, dinlemeden-konuşmasına çıkışan sözlerinden aktarıyor: “Gezi size bunu mu öğretti?… millete ders verin, ahkâm kesin, bunu mu öğretti? Yoksa ‘Susun ‘lan dinleyini mi öğretti? Gezi’nin en büyük özelliği neydi? İnsanlar birbirlerini dinliyorlardı. Niye? Senin bir derdin var, senin bir öfken var; ne yapacağız? Bu öfkeleri ortaklaştıracağız. Sen neye öfkeleniyorsun, bir de seni anlayalım. Sen de beni anla.”
Tam da bu sözlere paralel olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun Burdur bucak ziyaretinde söylediği sözler beni çok etkiledi. Aklımdaki CHP profiline çok uzaktı sözleri, şöyle diyor Kemal Bey:
“Biz gelmedik, sofranıza oturmadık, çayınızı, kahvenizi içmedik, derdinizi dinlemedik. Ankara’da oturduk, güzel laflar ettik, niye bize oy vermiyorsunuz diye gezdik, oturduk bir de kızdık.”
Şimdi elinizi vicdanınıza koyun, Ankara yerine Lefkoşa, Burdur yerine bizim bir bucağımızı yazsak ve bunu sol bir yöneticimizden duysak çok güzel ve yerinde olmaz mıydı?
***
Yurttaşlıktan bize kalan sadece oy hakkı olmamalı. Mecliste hükûmet tarafından dinlenmediğimiz zaman çıkardığımız isyanı hatırlamalı, halkı ve/veya kendi tabanımızı dinlememezlik etmemeliyiz. Tabandan tavana katılımcılık artık sağlanmalı. Sol cenahın ekonomi ile birlikte yeni gündemi artık bu olmalı. Sosyal ve iktisadi adalet ile birlikte siyasal adaletin de sağlanacağı bir yapının inşası. Elitliğimizi yansıtan ve sol dil açısından da yanlış olan “sokağa inmek” safsatasının yerini, solda sohbetin örgütlenmenin bir vasatı olduğunun bilinci ile “sokağa çıkmak” almalı. Tek bir tarafın dinlemediği, anlamadığı sorunu; dinlemiş, anlamış ve çözecek politikayı üretmiş gibi monolog şeklinde anlatmasının yetmediği dönemdeyiz. Haliyle, anlatmak kadar dinlemenin de önemini kavramalıyız. Hatta şu sıralar Ece Ayhan’dan mülhem bir dost tavsiyesi, “dinlemek örgütlenmektir, bir düşünün abiler.”