Feray Atamert
ferayatamert@hotmail.com
Buradan atmış olmalı kendini. Geniş pencereden aşağıya bakıyorum. Uçurum daha da dik görünüyor şimdi. Kraliçe başındaki tacı bir kenara bırakıp buradan derinlere doğru uykuya dalmış, ardında kırmızılıklar bırakarak akmış. Her sene bahar mevsiminde kırmızı laleler açar bu yamaçlarda. Kraliçe renge dönmüş, kırmızı olmuş. Pencereden aşağıya bakıyorum. İçimde tutmaya çalıştığım bir istek var. Daha önce de intihar çok yakınımda dolaşmıştı. Sevgili annemi derin acılara gömen intiharlarım... Panjurları boşlukta sallanan bu pencereden atsam kendimi, ben de kraliçe gibi taşlara çarpa çarpa ölsem…
Laleler soğanlarında uykuda şimdi ama yine de aşağısı kırmızı. Kayalar yıllarca kırmızı laleleri izlemekten, belki de kraliçenin silinmeyen kan izinden kırmızı. Basamaklar gibi sıralanmış kırmızı taşlar yerin dibine kadar gidiyor gibi. Kırmızı basamaklardan inerken kraliçeyi düşünüyorum; vicdan azabının rengi kıskançlığın rengine karışarak koyu kırmızı oluyor. Kocasını ve baş nedimeyi öldürdükten sonra kendini atmış ölüme. Acının rengine basa basa iniyorum.
Loş bir oda. Pencere var mı hatırlamıyorum. Varsa bile perdeleri kapalı olmalı. Biraz daha gizemli olmasını beklerdim. Belki değişik kokular duymalıydım. Belki ürpertici sesler… Falcı, arkadaşımın bilgilerini alıyor: anne adı doğum günü, yılı… Ben kayıttayım. Cep telefonuyla kayıt yaparken falcının buna nasıl olur da izin verdiğine şaşıyorum. Ona falcı denmesine de aldırış etmiyor, kitabın sayfalarından bir şeyler okuyor. Bizim görmediğimiz ve hissetmediğimiz birilerine cevaplar veriyor. Arkadaşımın bilgilerini görülmez bir sisteme giriyor ve olmaz anlamında başını sallıyor. Senin falın bugün açılmaz kızım. Yedi dalgadan yedi su alacaksın sonra o suyla yıkanacaksın… Birden gözlerini bana dikiyor. Bence falcıların en önemli yerleri gözleri. Gece gibi kara olmalı, anlamsız bakmalı, başka bir yerde başka bir zamanda gezindiğinden gözünde buluttan bir perde olmalı. Böyle düşünüyorum fakat bizim falcını gözleri mavi; bir ton daha açılsa beyaza dönecekmiş gibi duran bu mavi; sanki bir efsaneden bir masaldan bakıyor. Odada bir tek mavi gözler büyü etkisi yapıyor. Fala inanacaksam bir tek bu gözler sebep olacak. Arkadaşının falı açılmadı gel seninkine bakayım derken gözlerini midemde hissediyorum. Biliyorum inanmıyorsun ama izin ver bakayım. Belki de söyleyemediklerinin ücretini arkadaşımdan alacağı için elimizi boş göndermek istemiyor. Ben kararsız bakarken anlatmaya başlıyor. O kadar mavi ki… İşte, bu büyülüyor insanları. Kitaptan sayfalar çevirirken adımı, ne yapacaksa anne adımı… giriş bilgilerini veriyorum. Bu sefer arkadaşım kayda başlıyor. Ruhumu okşayarak başlıyor konuşmaya. İnancımı ama her şeye inancımı yitirdiğimi hissetmiş; beni etkilemeye çalışıyor. Sen çok iyi bir insansın, senin yıldızın parlak… sonra mavileri yüreğime gönderip dolaştırıyor: Çok yaşlı bir ruhsun diyor. Hiç bu kadar yaşlısını görmemiştim. Ben gülerek umursamaz bir tavırla soruyorum, bu iyi bir şey mi? Evet, diyor. Sonra birden bir şeye rastlamış gibi çok üzmüşler seni, diyor. Çok üzmüşler. Mavi gözlerinin içinde penceresiz bir odada küçük bir çocuk görüyor gibi oluyorum. Birine benziyor bu çocuk; dilimin ucunda… Belki biraz daha baksam tanıyacağım ama gözlerimi mavilerden kurtarma telaşına kapılıyorum.
Kraliçe bir törene hazırlanır gibi süsleniyor. Mavi gözlerinde büyük bir pişmanlık ve korku. Kralı öldürmenin bedelini biliyor. Krala elleriyle verdiği şarapla ölmek az geliyor ona. Acılar içinde ölmeyi düşünürken sarayın penceresinden kendini atıyor. Kimse yetişemiyor ona, kimse tutamıyor ellerinden, taşlara vura vura yerin merkezinde kayboluyor.
İndikçe saray çok küçük görünüyor gözüme; merakla inmeye devam ediyorum. Basamaklar kraliçenin yıllarca kıskançlıkla acıyla kıvranışını anlatıyor. Aşk kırmızıdır. Böyle bir tutkuyla severken aldatılmak inanılmaz acıtır insanı. Derine inerken kırmızılar soluyor. Büyük bir sırra ortak olmuşum gibi garip bir ürperti duyuyorum. Ayaklarımın titremesi birdenbire yükseklik korkumu hatırlatıyor. Dönüp saraya bakıyorum, artık geri dönmek imkansız. Daha derinde bir çıkış olduğunu ummaktan başka çarem yok. Bu kadar yüksek bir yerden nasıl olup da indiğime inanamıyorum. Unutmanın mucizesi bu. Şimdi hatırlıyorum ve eteklerim kırmızı renge bulanıyor. Ellerim kırmızı, ağır ağır iniyorum.
Bir oda; penceresi yok. Sanırım mahzen gibi, depo gibi kullanılan bir yer. İki kız çocuk oyun oynuyor. Kara bir gölge görür gibi oluyorum ve hızla inmeye devam ediyorum. Aşağıda biri daha var. Kat kat birikmiş dağınıklıklardan inip bulamıyorum orayı. Yıllardır giyilen giysiler bir yatakta üst üste yığılmış, yıllardır yıkanmayan tabaklar, bardaklar ve gök gürültüsünden korkan bir kadın hayali etrafı doldurmuş. Ne bir his ne bir koku ne de bir tat… Hatırlamadığım için ne mutluluk ne hüzün veriyor oda. Hatırlamadığımı bilmek dışında bir sorun yok. Hatırlayamamak çok zordur; bir tekrar bitkin bırakır insanı. Hani olur ya dilinizin ucundadır ama bulamazsınız ve bulana kadar içinizde karıncalar yürür. İşte böyle bir şey… İçimden her gün küçük bir parça koparıp yuvasına taşıyan karıncalar gibi, unutmak. Bir ara yukarıya bakıyorum; küçük kızlardan biriyle göz göze geliyoruz. Mavinin içindeki gözler gibi bakıyor. Penceresi olmayan oda olmasaydı, yine de ölmek gelir miydi aklıma diye düşünürüm. Bu düşünceden -yoksa duygudan mı demeliyim- kurtulmak için annem ve ben yıllarca mücadele ettik. O kadar çabaya gerek yokmuş aslında. Mucizelere inanır mısınız? Birdenbire olur her şey. Aslında öyle görünmez ama öyledir. Kurusun diye saatlerce ipte sallanan çamaşırlar birdenbire kurur mesela. Rüzgar birdenbire esmeye başlar ve birdenbire durur. İşte o benim için öyleydi. Yaşamı sevmem birdenbire, ölümden vaz geçmem birdenbire.
Kırmızı merdivenler o kadar ıslak ki korktuğumu hatırlamasaydım da böyle taşlara tutunarak inmek gerekecekti. Tuz kokusu yakıyor genzimi; yosun kokusu dibe yaklaştığımı anlatıyor.
Dev bir incir ağacı… O kadar büyük ki yanında küçük bir kız gibi hissediyorum. Yaklaşınca gizli bir giriş fark ediyorum. Küçük bir girişi var mağaranın. Ben bile küçücük bedenimle zor sığıyorum. Annem ablam ve ninemle giriyoruz. Geniş bir ev karşılıyor bizi. Duvar diplerine sıralanmış şilteler, yastıklar… Neden burdaydık… Kaçtığımızı biliyorum, annem gözlerindeki korkuyu hep bir gülümsemeyle örtse de hissediyorum. Dışarıda gürültüler başladığında ninem masal anlatıyor bize. O kadar çok kaptırıyor anlatmaya kendini, o da gürültüleri unutuyor. Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir gocagarıcık varmış… Bu masala çok gülüyoruz. Mağarada kaldığımız günler boyunca dışarıda gürültüler arttıkça bu masalı anlatıyor. Süpürürken yerde beş şilin bulmuş, ne alayım ne alayım… ben gocagarı gibi konuşarak elma alsam kabuğu var; armut alsam sapı var; en iyisi basdelli alayım diyorum. Ablam bile gülüyor. Gocagarının çizmeleri giyerken başına gelenlere kahkahayla gülüyoruz. Gürültüler iyice duyulmaz oluyor. Gürültü dinip ninem masal anlatmayı bırakınca kendime hayalden, rüyadan bir çember çiziyorum. Kendimle konuşup kendimle oynuyorum.
Aşağı indikçe buraların daha önce denize gömülüp uzun süre orada kalmış ve bir gün aniden güneşi özleyip çıkmış olduğunu fark ediyorum. Solgun da olsa güneş hala buralarda varlığı hissettiriyor. Deniz canlıları yıllar öncesinde donmuş, yılların tozunu kabuğunda saklamış gibi görünüyor. Kraliçenin kanının bulaşmadığı bir tanesini alıp cebime atıyorum.
Bunu daha önce yaşamış gibiyim. İki tarafta ağaçlar akıyor ve ben çok geç diyorum. Çok geç kaldık. Ölümün ensemde soluduğunu hissediyorum. Pis kokulu bir nefes sanki önceki anda tutunmuş hayata. Bir umut yokluyor ürpererek ve ağaçlar bir nehir gibi geriye akarken bu duyguyu bildiğimi fark ediyorum. İleri gitmenin verdiği geriye akma hissini. Doğada ne oluyorsa aynen taklit ediyor yaşam. Bir karartı onlarca karartının peşinde öndekini gözden kaybetmemek için çırpınıyor. Aklıma nefes alamadığı için diyaframı şişen adam geliyor. Daha önce bu anı yaşadığıma o kadar eminim ki. İplerle yaşama tutunan adamın ipleri savurup parçalamasını izliyorum. Biraz daha diyor bir ses. Biraz daha dayan. Beklediğin gelecek. Gözlerini aralıyor adam, gözlerinin beyazı sapsarı. Bitti diye hırıltılı bir ses çıkıyor.
Ölmeseydi diyorum acaba ölmeseydi ben ölmeyi ister miydim yine de…
Aklımda bu düşünce merdivenlerin artık bir düzlüğe ulaşmasını umuyorum. O kadar yorgunum ki başımı koysam bu taşlara uyuyacağım.
Büyük bir gürültüyle sarsılıyor araba. Yol kenarlarında adamları fark ediyorum. Aynı giyinmiş birçok adam. Biri önümde bulunuyor birden. Gözlerim sıkı sıkı kapalı. Ohh tam zamanında durmuşum. Gözlerimin rengine bakıyor, gözlerimden tanıyor beni; sola çek diyor. Sonra başka ikisi sürüklüyor kocaman bir çukurun başına. Ardından büyük gürültülerle kör oluyorum. Çukura attıkları kadın bana benziyor, hissediyorum korkuyu ve acıyı; yüreğim sağa sola koşuyor, yüzünü örtüp çömeliyor, üstünü başını parçalayıp ağlıyor bana benzeyen kadının ardından. Ben görünmez oluyorum ama onlarca kişinin bir çukura atıldığını görüyorum. Birden çözüyorum yılların sırrını. Çukurdakiler kadar çukurun başındakilere de üzülüyorum.
Çok yoruldum. Biraz dinlenip inmeye devam edeceğim. Çok az kaldığını biliyorum. Hissediyorum. Dinlendiğim yerde mavi bir su birikintisi var. Yüzümü suda izleyerek susuzluğumu dindiriyorum. Ayağa kalkıp devam ediyorum inmeye ve birden inmekten korkmadığımı fark ediyorum. Unuttuğum için değil hatırladığım için… Mucize değil mi bu? Ölmekten vaz geçmek gibi bir şey. Duruşum dikleşiyor, mavi gözlerim artık etrafı daha aydınlık görüyor.
Ve yine yoldayım. Arka koltukta bu sefer. Bulutlara adlar takmakla meşgulüm. Bak bu annesi ve çocuğu. Bu küçük bir kuş. Sürünün ardında çırpınıyor. Bu fok balığı. Eminim… daha geçenlerde iki saat bekleyişin sonunda denizdeki mağarasına döndü ve ben gördüm onu. Yok oluyor dedikleri bu mu diye sordum. O kadar güçlü geldi ki bana. Evine girerken sudan dışarı çıkardı başını, gözlerime baktı. Gözlerimin renginden tanıdı beni. Onun yok olacağını o an anladım. Balığın gözünde yılların doldurduğu hüzün, ateş gibi yaktı yüreğimi. Eminim bu o. İlerdeki bulut o adama benzemiyor mu. Gözleri bile sararmış. Acısı dinsin diye dua ediyorum. Falcının beyaz mavi gözlerindeki kıza ne kadar benziyor tam başımın üstündeki. Elini uzatmış, dur diyor; kesin bir duruş bu.
Yolların kenarlarında tepelerde ne kadar çok canlı var. Ayaklarımı göğsüme çekiyorum. Yılanlar, keçiler, domuzlar ne kadar çok, Sonra öğreniyorum sırrı. Burasının onların alanı olduğunu, kutsal bir şekilde korunduklarını sonradan öğreniyorum.
Artık korkmadan iniyorum. Ya yükseklik korkum sona erdi ya da yükseklik kalmadı. Nihayet dipteyim. Dip kocaman bir boşluk. Ortasında yüzüyorum. Etrafımda ışıltılı afişler asılı. Birini tanıyorum. Adaletsizlik yoruyor bedenimi ve aklımı. Badem ağacının altında adaletsizlikle yüzleşiyorum. Sonra kıyılar beliriyor. Tertemiz, uçsuz bucaksız. Artık tırmanmaya hazırım. Başım dik, korkularım yerde, cebimde kraliçenin kanına bulanmamış deniz kabuğu, aklımda fok balığının gözleri, küçük kızın kararlılığı, gözleri sarı adamın gülümsemesi, ninemin masalları…. tırmanıyorum. Bir varmış bir yokmuş bir gocagarıcık varmış…