Kıbrıs’ın gerçeklerini, kaygılarını, hasretlerini Türkiye’de çok daha fazla anlatmak gerekiyor.
Türkiye’ye konuşmak gerekiyor.
Bağırmak yetmiyor!
“Talimat, biat, şükran” siyasetini kırmanın yolu kararlı iletişim ve diyalogtan geçiyor.
Anlatırsanız, anlarlar.
Anlamazlarsa, yine anlatırsınız...
Bıkmadan, usanmadan, yorulmadan...
Diyalog, tarafların birbirini anlaması ve empati kurmasının en önemli yolu değil mi?
Bu, ilişkileri güçlendirmekle kalmaz, karşılıklı saygı ve anlayışı da geliştirir.
***
Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin Ankara temasları etkisini hızlı gösterdi.
Tufan hocam belli ki epeyce etkilemiş Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) genel başkanını...
Özgür Özel’in “Kıbrıs'ta çözüm istemek vatan hainliği değil, cesaret göstermemiz lazım" sözleri, bu iletişimin bir yansımasıdır.
CHP, Kıbrıs’a dair uzun zaman sonra hem özeleştiri yaptı, hem de cesur bir çıkış.
Umarım bu düşünce tarzı, 20 Temmuz’un milliyetçi ortamında kırılmaz.
***
Türkiye kamuoyuna, siyasi partilerine ve sivil toplum örgütlerine çok daha yoğun ziyaretlerin önemi bir kez daha ortaya çıktı.
Kıbrıs’ın içine çok fazla kapandık.
Yankı odalarına hapsolduk bir anlamda...
Kolaycılık bu!
Kendimiz söylüyor, kendimiz duyuyoruz çoğu zaman...
Yalnızlaşıyoruz böylece...
***
Cumhuriyetçi Türk Partisi, böylesi ziyaretlerini artırmalıdır mutlaka...
Tabipler Birliği, Barolar, Mühendis ve Mimar Odaları, Ticaret Odası, Sanayi Odası, Esnaf ve Zanaatkaarlar Odası gibi köklü, güçlü, önemli örgütlerimiz var.
Sendikalarımız var, özellikle de öğretmenler, memurlar...
Kıbrıs’ın kuzeyinde çizilen sınırların dışına çıkmalı tümü...
O kanal senin, bu kanal benim gezmek ve birbirimize konuşmak bir yere kadar...
“Milli Ezber”i aşmanın, hamaseti kırmanın, kuşatmayı dağıtmanın yolu Kıbrıslı Türklerin dünyaya açlığını anlatmaktan geçiyor. Demokrasimize yönelik müdahalelerin yaşattığı acıları, Türkiye halkına, aydınlarına, siyasetçilerine, kanaat önderlerine çok daha fazla anlatmalıyız mutlaka...
Türkiye’ye yaranmak yerine...
Türkiye’ye konuşmak için yarışmalıyız.
Demokrasinin 4 başlığında kaybolmak
“Demokrasi”yi tanımlıyor araştırmacı-yazar, Bekir Ağırdır.
Dört başlıkta özetliyor meseleyi…
1- Var olmak!
“Herkesin kendi tercihleriyle, fikirleriyle ve hayat tarzıyla var olabilmesi… Yasal, siyasal ve toplumsal baskı hissetmeden, hayatta, kamuda, herhangi bir hakkı veya hizmeti kullanırken ayrıcalık veya ayrımcılık yaşamadan var olabilmek…”
2- Kararlara katılmak!
“Kendini ilgilendiren karar süreçlerine ister sokağında ister mahallende, kasabanda, ilçende ve tüm ülkede katılabilmek.”
3- Bilmek!
“Kendi ve ülke hayatına dair kararlar ister ekonomik ister siyasi olsun, nasıl alınır, hangi gerekçeyle alınır, kim alır, kim uygular bilmek.”
4- Denetleyebilmek!
“Doğrudan kendi eliyle veya hukuk marifetiyle karar süreçlerinin ve kararların ve karar vericilerin denetlenebilmesi…”
***
Bu dört maddeye baktığımızda, bizim buralarda gerçek bir ‘demokrasi’den söz etmek sanırım çok da mümkün değildir.
Biliyorum, Türkiye’de daha vahim bir durum var ortada…
Yine de Türkiye, Türkiye’den yönetiliyor, bir başka ülkeden değil!
Kıbrıs’ın kuzeyi o nedenle çok daha karanlık bir alandır.
“Devlet” temsili ve göstermeliktir.
Üstelik “devlet”in bu göstermelik hali için tam bir “demokrasi oyunu” oynanır çoğu zaman...
Törenler düzenlenir örneğin…
“Sonsuza kadar yaşatılacak” denir ama “Başbakan” Türkiye’den görevlendirilir ardından (!)
***
Diyelim ki abartıyor ve son derece karamsar bir tablo çiziyorum.
Siz söyleyiniz o zaman!
Bu ülkede herhangi bir hak ya da hizmeti, ayrıcalık ya da ayrımcılık olmadan kullanabilmek mümkün mü?
En sıradan işiniz için araya bir tanıdık girmesi şart…
Şaibesiz tek bir “ihale” yok neredeyse...
Bir de “ihalesiz” işler var tabii…
***
Kendi kararlarını verebiliyor mu, Kıbrıslı Türkler?
Son Cumhurbaşkanlığı seçimine ya da Ulusal Birlik Partisi kurultayına bakabilirsiniz.
Siyasi tarihe meraklıysanız, Necati Özkan’dan Dr. Küçük’e, Ahmet Mithat Berberoğlu’ndan Rauf Denktaş’a her seçime bakabilirsiniz aslında!
***
Kıbrıslı Türkler diyorum ya…
Orada dahi uzlaşımız yok.
Kıbrıslı Türk mü, Türk mü, Kıbrıslı mı?
Örneğin “komutan” olmanız “Türk soyundan gelmek” şartına bağlanmış.
İskan yasasında “Toprak Dağıtımından Yararlanma” maddesinin birinci koşulu “Türk yurttaşı olmak.”
Öyle bir yurttaşlık yok!
Nüfusun yarısı “Kıbrıs Cumhuriyeti” yurttaşı aynı zamanda…
Öbür yarısı “Türkiye Cumhuriyeti…”
Duruma göre birini tanıyor, diğerini tanımıyoruz!
***
“Meclis”in kendisi – ki güya egemenliği temsil ediyor - yeni bir binaya sahip olacağını, bir başka ülkenin Cumhurbaşkanı’ndan öğrendi.
Ülkedeki “yasal” mühendis ve mimar otoritesi halen bilmiyor, ne yapıldığını…
İnşaat ilerledikçe görüyoruz.
“Proje” halkla paylaşılmadı zaten!
***
Denetime gelince!
Mümkün değil…
Kimin haddine düşmüş, misal Aksa’yı denetlemek ya da Ercan’ı…
Deniz kenarında otururken bir aracın altında can veren çocuğun katilini bile yargılayamıyoruz.
Öyle “derin” meseleleri bir yana bıraktım.
“Kapalı alanlarda sigara içme yasağı denetimi” yapamıyor hiçbir yönetim!
Kamuda ikinci iş yasak örneğin…
Kolaysa tek bir kişiye dokun!
Yargı kaldı son kale...
O da polisin ve savcılığın yarattığı can ezgisiyle boğuşuyor.
“Jet Dosyası” nerede?
Ne oldu “Kıbrıs Türk Elektrik Kurumu’na ihalesiz yakıt” soruşturması?
“Üniversite diplomamı üniversiteye gitmeden aldım” diyen adam milletin vekili, gerisini siz düşününüz gayrı!
***
Böyle yazılar zaten çok da okunmuyor, uzatmayalım.
Demokrasinin dört başlığında kayboluyoruz.
Var olmanın, kararlara katılmanın, bilmenin ve denetleyebilmenin ilk koşulu sanırım "siyasi irade" sahibi olmaktır.
Kendini yönetebilmektir…
Kukla olmamaktır.
Var olmak için kendin olacaksın önce!
"Huzur" tanımı!
Lefke Avrupa Üniversitesi'nin diploma töreninden görüntüler gönderdi, dostlarımız...
"Ulaştırma Bakanı" olarak anılan Erhan Arıklı konuşuyor.
"Lefke cennet gibi bir yer, sendikaların fazla uğramadığı, huzur üniversitesi... Siyasetin el atıp da bozmadığı tek üniversite burası..."
Hükümetin bir bakanı için "huzur" tanımı bu!