Stella Aciman
80’lerin sonlarına gelindiğinde televizyon iki kanallı, ama renkliydi. O yılların en çok tutan dizisi ise Mavi Ay oldu. Bruce Willis’le tanışmamızı sağlayan ve soğuk sarışın güzel Sybill Shephart’ın vatkalı, gülünç tayyörler giydiği Mavi Ay yeni bir espri anlayışını, yeni bir aşk tarzını ve yeni nesil genç kızların aşık olmak isteyeceği esprili, güzel adamı işaret ediyordu. Çalışıp kazanan, çekip çeviren, egemen olan erkek karakteri yerine Bruce Willis’in oynadığı, tembel, patronluk taslamayan, gülen, rahat ve doğal David Addison işe geç geliyor, tembellik ediyor ve güzel kadınlardan hoşlandığını açıkça belli ediyordu. Dizinin diğer başrol karakteri Maddie Hayes ise David’in tam tersi bir kişiliğe sahipti. Çalışkan, disiplinli, sert ve otoriterdi. Üstelik espriden de anlamıyor, David’in o güzel esprilerine güleceği yerde kızıyordu. David Maddie’ye ilgisini belli ediyor, ama Maddie bu disiplinsiz adama kendinin de aşık olduğu gerçeğini reddediyordu. Mavi Ay da vaktiyle çok tutmuş olmasına rağmen, 90’larda yayınlandığında eski ilgiyi görmedi, herkes Bruce Willis’in şimdiki kel ve ağırbaşlı halinin, saçlı ve genç halinden çok daha iyi olduğuna karar verdi. Japon kültürünü öne çıkaran Shogun, ilk Brezilya dizisi örneği Köle Isaura da televizyonda iz bırakan diziler oldular. Çekirge ile hocası, Kung-Fu’yu tanıttılar. Zenci-beyaz meselesini işleyen Kökler’den kalan en büyük hatıra, dizinin kahramanı Kunta Kinte oldu. Fazla esmer ve kıvırcık saçlı oğlanlara, sokaklarda arkadaşları Kunta Kinte diye sesleniyorlardı.
AMERİKAN-İNGİLİZ DİZİLERİ…
Amerikan dizileri hoştu, boştu, eğlendiriyordu. Ama dünya klasiklerinin televizyon uyarlamaları da en az Amerikan dizileri kadar ilgi görüyor ve Charles Dickens’ın adını bile duymamış eğitimsiz seyirci, Büyük Umutlar’ı ilgiyle, merakla ve gözleri yaşararak seyrediyordu. Hele Jack yayınlanırken gözler ağlamaktan kan çanağına dönmüş, dizi filmle aynı adı taşıyan çocuğun hayatı yakından takip edilmişti. David Copperfield, Anna Karenina, Savaş ve Barış, Siyah Lale ilgi görmüş klasik eserlerdi. BBC yapımı televizyon dizileri ise kalitesiyle dikkat çekiyor, büyük seyirci topluyordu. Aşağıdakiler Yukardakiler, Kaptan Onedin, Dük Caddesi Düşesi gibi diziler farklılıklarını ortaya koymuşlardı.
Yerli yapımlar, Amerikan ve İngiliz dizilerine göre pek akılda kalıcı olamadılar. En çok hatırlanan Kaynanalar oldu. Aşk-ı Memnu 13 bölümlük bir dizi olduğu halde çok ilgi görmüş, Bihter rolündeki Müjde Ar şöhret yolundaki en büyük adımı bu diziyle ve denizden bikiniyle fırladığı esnada görüntünün dondurulduğu kolonya reklamı ile atmıştı. 80’lerde yerli yapımların sayısı arttı. Üç İstanbul, Kiralık Konak, Küçük Ağa, Ayaşlı ve Kiracıları gibi ünlü tiyatro oyuncularının rol aldığı diziler de televizyon ekranlarından seyirciye ulaştılar.
TAŞ DEVRİ VE TEMEL REİS
Televizyonun tam gün hayata girmesiyle birlikte birkaç çizgi film karakteri hemen hayatımıza girdi. Bunlardan biri Ayı Yogi idi. Ayı Yogi çalınacak bir piknik sepeti görür, “Ho ho, piknik sepetleri efem!” der, arkadaşı Bobo’nun mıymıntı sesini duyardık; “Ama Yogi…” Akıllı Bıdık akıllı bir köpekti, akıllıca cevap veren büyümüş de küçülmüş çocukların bir dönem takma adları Akıllı Bıdık oldu. Şimdi Tom ve Jerry adıyla seyrettiğimiz sevimli kedi ve fare o zamanlar da vardı. Ama fareler iki taneydi, Bıcır’la Gıcır. Altan Karındaş onları Bıcırrr ve Gıcırrr diye r’lerin üstüne basarak seslendirirdi. Taş Devri yalnız çocukların değil, büyüklerin de çok ilgisini çekmişti. Fred ve Barney tipik aile babasıydılar. Çakmaktaş ailesi köpek yerine Dino adında küçük bir dinozor besliyordu. Saksağanlar pikap, filler duş veya elektrik süpürgesi olarak kullanılıyor, dinozorlar şantiyede vinç olarak görev yapıyorlardı. Temel Reis ıspanak konservesini açıyor, bir lokmada yutuyor ve böylece demirleri büküyor, arabaları ters çeviriyordu. Pembe Panter ise soylu bir karakterdi, basit bir çizgi filmden çok öteydi. Bir beyaz eşya firmasının reklamlarında kullanılan çizgi film karakteri Bay Meraklı ise yayınlandığı sıralarda seyirciyi çok şaşırtmıştı. Ekranda önce bir el görüntüsü çıkıyor, Bay Meraklı’yı çiziyor, sonra da sık sık duruma müdahale ediyordu. Bay Meraklı kendini yerden yere atıp gülerken bir uçuruma mı düşecek, hemen el görünüyor ve uçurumu alıp bir yol yapıyordu. Bay Meraklı sürekli konuşuyordu ama söylediklerinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Çocuklara sadece sabahın köründe yayınlanan şiddet yüklü çizgi filmler layık görülmüyor, televizyonun açılıştan haberlere kadar olan saati çocuk programları ile dolduruluyordu. Bizim Sokak formatı dışarıdan alınmış, ama yerli malı bir programdı. Her hafta bir harfin tanıtıldığı bu program, stüdyoda hazırlanmış bir sokak dekorunda geçiyor, sütçüden komşulara kadar birçok sakin sokağın günlük hayatını dramatize ederken, alfabenin harfleriyle ilişki kuruyorlardı.
MASALCI TEYZE
Genç bir Levent Kırca ile genç bir Köksal Engin, Ali ile Veli’ydiler. Oyun Treni’yle her hafta bir şehre gidiyorlar ve çocuklara o şehrin özelliklerini anlatıyorlardı. “Bizler Ali Veli makinist, bunlar vagonlarımız…” diye başlayan hoş bir jenerik şarkısı vardı. Yabancı bir kukla programı olan Pilli Bebek çok etkileyiciydi. Tuhaf bir atmosferi vardı, kuklalar çok ağır hareket ediyorlardı. Hababam Sınıfı filmlerinin Hafize Ana’sı Adile Naşit bir dönem çocuklara televizyonda masal anlattı. Masala başlarken çocuklara “kuzucuklarım” diyordu.
Günümüzde her birini birkaç kereden fazla seyretmeye tahammülümüzün olmadığı, kaçmak için uzaktan kumandalara sığındığımız reklamlar; o yıllarda durağandı, teknik açıdan ilkeldi, çoğu da çok sıkıcıydı. Ama yine de yoksunluklarla dolu geçmişimizin hatırlatıcıları oldular. Televizyonla birlikte reklamlar hayatımıza girdiğinde tüketim nedir bilmiyorduk. Annelerimiz dolma yaptıkları kabak içlerinden mücver pişiriyorlar, kaçan çoraplarını atmayıp biriktiriyorlardı. Reklamlar hissettiğimiz bir şeyi işaret ediyordu ama henüz göremiyorduk. Marketler bakkalların saltanatını yıkmamış, ülkenin ihmal edilebilir bir azınlığı dışında neredeyse tamamı neskafeyi tatmamıştı. Reklamlar yalnız ses ve birkaç cümle olarak değil, aynı zamanda görüntü olarak hayatımıza girdi. Program kesilip reklamlar yayınlanmazdı, şimdi ekranın neredeyse yarısını kaplayarak film seyretmenin tadını kaçıran bant reklamlar yoktu, zaten öyle alttan yazı teknoloji söz konusu değildi. Büyük çoğunluğu sıkıcı, şöyleyiz, böyleyiz diye malını anlatan reklamlardı. Ama bazıları bugünlere kadar geldiler. Çizgi film olan İzocam reklamı çok ilgi görmüştü. Bir apartman kapıcısı, “donuyoruz” diyenle “yanıyoruz” diyen apartman sakinleri ve kalorifer dairesi arasında koşuşturuyor, bir apartman sakini “yöneticimiz uyuyor mu?” diye bağırıyordu. Sonra çatıya İzocam döşeniyor, elinde tespihle, keyif çatan kapıcı, “üst kattakiler donmuyo, alt kattakiler pişmiyo, benim de koşuşmaktan tabanlarım şişmiyo” diyordu. Bay Elmor ise E.C.A armatürlerinin çizgi kahramanıydı. Bir tür süpermendi. Musluğu damlatan ev kadını çığlık çığlığa bağırarak Bay Elmor’u çağırır, Bay Elmor elinde çantasıyla uçarak eve gelir, damlatan musluğu atıp yerine E.C.A takardı.
AKILDA KALICI VE SIKICI
“Bira bu kapağın altındadır” sloganı çok konuşulmuş ama asıl Jill çorapları şaşkınlık yaratmıştı. Birtakım kalabalıklar sokaklarda yürüyor, meydanlar, yollar insanlarla doluyor ve Halit Kıvanç’ın sesi yükseliyordu; “Atın! Atın! Atın! Eskimiş çoraplarınızı atın! Atamıyorsanız paspas yapın!” Atılıp yerine yenisi alınacak çorabın markası Jill’di. Atın demek kolaydı, ama dönemin reklamcıları o yılların kadınlarına kaçık çoraplarını kolay kolay attıramayacaklarını bildikleri için, paspas yapmayı önermişlerdi. Jill çorapları fazla yaşamadı ama Jill reklamı sırasında bütün evlerde kaçık çoraplar biriktirilmeye ve onlardan paspas yapılmaya başlandı. “Kapılar Elka’dan” sloganının tuhaflığı malın kendisindeydi. Henüz hazır mobilyanın bile yaygın olmadığı bir dönemde, hazır kapı almak seyirciye pek mantıklı gelmedi. Sanko Pantolon’un reklamı da artık hazır giyime geçmenin zamanının geldiğini hatırlatıyordu. Hiç unutamadığım ve her hatırladığımda güldüğüm reklam ise Akbank’ın reklamıydı. Akbank reklamı bir sağırlar diyaloguydu. İki emekli yolda karşılaşıyorlar, biri diğerine soruyordu, “Akbank’ a mı gidiyorsun?” Elini kulağına koyarak duymaya çalışan diğer emekli cevap veriyordu, “Hayır Akbank’a gidiyorum.” Yakın zamanlara kadar söyleneni anlamayıp anlamsız cevap verenlere “Akbank’a mı gidiyorsun?” denirdi.
Birkaç tanesi akıllarda kalmış olsa da, aslında reklamlar çok sıkıcıydı. Bir yıl hatta birkaç yıl aynı reklam filminin yayınlandığı günleri hatırlarım. Oğlum diğer çocuklar gibi reklamların tüm cümlelerini ezbere bilirdi. Hız yılları değildi, reklamlar da hayatımız gibi çok ağır değişiyordu.