Stella Aciman
Son yıllarda hayatımızın vazgeçilmez araçlarından biri oldu televizyon, dolayısıyla zaman içinde çoğumuz dizilerin esiri olmaya başladık. Bugünün dizilerini seyrederken, “biz, ne zaman dizi seyretmeye başlamıştık” diye düşünmeye başladım ve Türkiye’ye televizyonun girdiği 1970’li yıllara doğru bir yolculuğa çıktım.
70’li yıllarda seyrettiğimiz birçok televizyon kahramanını unutamadık. Her hafta düzenli olarak evimize giriyorlar ve yeni maceralarını seyrettiriyorlardı. Dizi film yenilikti, hikâyeler ilginçti. Kimileri ağlatıyor, kimileri güldürüyordu. Bazı oyunculara âşık oluyor, bazılarından nefret ediyorduk. Prime time, reyting, izlenme payı gibi terimler henüz hayatımıza girmemişti. TRT de iyi yayınlar yapıyordu. Dizilerin yanı sıra, klasik edebiyat uyarlamaları, sinema tarihinin önemli filmleri televizyon yayıncılığında önemli bir yer tutuyordu. Ama yine de diziler daha fazla ilgi görüyordu. Klasik uyarlamalarda İngiliz egemenliği, aksiyon, macera ve komedi dizilerinde Amerikan egemenliği hemen kendini gösteriyordu. Güldüren dizilere sit-com dendiğini henüz bilmiyorduk.
KÜÇÜK EV
Küçük Ev dizisini hatırladım şimdi; ağlatan dizilerdendi ve çok ilgi görmüştü. Özellikle çocuklar ve kadınlar yoksul bir ailenin başlarından geçen olayları anlatan Küçük Ev dizisine bayılırlardı. Dizinin iyi kalpli Laura’sı ailesiyle Amerika’da küçük bir kasabada yaşıyordu. Kasabanın küçük bir kilisesi, bir okulu ve büyük bir dükkânı vardı. Dizinin kötü kızı Nelly’ydi. Her bölümde, iyi kalpli, zeki ve güzel olan Laura’yı küçük düşürmeye çalışırdı. Fırfırlı elbiseler giyer, bol para harcar, kasabanın zenginlerinden olan, kovboy şapkalı babası gömleğinin yakasına kravat yerine kurdele bağlardı. Nelly’ nin ailesi atların çektiği bir araba ile dolaşırken, Laura ve ailesi her koşulda yürürlerdi. Dizide bir ara Laura’nın ablası kör olmuş ve haftalarca kör kalmıştı. Bu iyi ailenin başına gelen felakete ağlamaktan, neredeyse seyircilerin gözleri kör olacaktı.
Küçük Ev dizisinde ağlar, Tatlı Cadı’da gülerdik. Cumartesi günleri haberlerden önce yayınlanırdı. Çizgi film olarak hazırlanmış renkli halini hiçbir zaman göremediğimiz eğlenceli bir diziydi. Tatlı ve zeki bir cadının ‘ölümlü’ kocasıyla yaşadıkları maceraları anlatıyordu. Tatlı Cadı minik burnunu sevimlice iki yana oynatarak istediğini yapabiliyordu. ‘Ölümlü’ olan kocası Darren, karısına büyücülük yeteneklerini kullanmasını yasaklamıştı. Tatlı Cadı da her ölümlü gibi yaşamak istiyor ama kocası zor durumda kalınca büyücülük yeteneklerini kullanmak zorunda kalıyordu. Bu arada Tatlı Cadı’nın havada oturan, üç yüz kusur yaşında olan, büyücülük yeteneklerini yeterince kullanmadığı, az kazanan bir ölümlüyle
KOMİSER COLOMBO
İlk seyrettiğim polisiye dizi Komiser Colombo isimli bir Amerikan dizisiydi. Zenginlerin dünyasında yaşayan zeki katilleri bulurdu. Katilin kim olduğu sorusu üzerine değil, Colombo’nun katili nasıl bulacağı sorusu üzerine kurulmuştu. Her bölümde önce işlenen cinayeti görür, katili tanırdık. Kamera bütün ayrıntıların ve ipuçlarının üzerinde durur ve seyirciye her birini gösterirdi. Cinayet işlendikten, katil ortadan kaybolduktan sonra olay mahallinde korkunç gürültüler çıkaran eski püskü bir araba durur, içinden buruşuk, beyaz pardösüsü, elinde purosu ve not defteriyle Komiser Colombo inerdi. Sakardı, bir gözünü kısarak konuşurdu, bazen densizdi, unutkandı ya da öyle görünmek isterdi.
“Bu kaset on saniye içinde kendini yok edecektir…” sözünü hafızamıza kazıyan diziydi Görevimiz Tehlike. O kaset tehlikeli bir olayın peşine düşecek olan ekibe gereken bilgiyi verdikten sonra, kendini yok ederdi sahiden. Bu nasıl olurdu, sormazdık. Bir kibrit çöpünün yandığı jeneriği, müthiş ritmik bir jenerik müziği vardı. Tempolu, kaçma kovalamaca ve bomba patladı, patlayacak diye nefesini tutma sahnelerinin çekici kıldığı bir diziydi. Avukat Petroçelli hukuk ve polis dizisiydi. Bildik cinayetler işlenir, zanlı Petroçelli’ye başvurur, o da gerçek katili bulurdu.
CHARLİE’NİN MELEKLERİ
McMillan ve Karısı’nda esas kahraman bir emniyet müdürüydü. Başrolünü, yıllar sonra eşcinsel olduğunu öğrendiğimiz ve çok şaşırdığımız, AIDS’ ten ölen Rock Hudson oynuyordu. Çok yakışıklı bir adamdı, karısı da fena değildi. McMillan ve Karısı birtakım polisiye olayların içine istemeden dalarlar, başları derde girerdi. Dizinin, suratsız, çirkin, her işe burnunu sokan, ama çok akıllı bir hizmetçisi vardı; Mildrett. Olayı neredeyse Mildrett çözer, başları dertten kurtulurdu.
Biri esmer, biri kumral, biri sarışın üç kadının oynadığı Charlie’nin Melekleri dizisini unutmak ne mümkün… Biri zekiydi, biri iyi judo yapıyordu, öbürü de iyi nişancıydı. Dizinin sarışını olan Jill rolündeki Farah Fawcett Türklerin güzellik anlayışını allak bullak etmişti. Kat kat kesilmiş dalgalı sarı saçları vardı. Çok güzel gülüyordu. Erkekler kadar kadınlar da bu ince ve zarif sarışına hayran olmuşlardı. Dönemin gazete ve dergilerinde sık sık ona ilişkin haberler yayımlanıyordu. Kuaförlerden saçları tıpkı Farah Fawcett gibi kesilmiş kadınlar çıkıyor, birçok kadın ona benzemek istiyordu. Üç melek de zayıftı, uzun bacaklıydılar ve dar pantolonlar giyiyorlardı. Bir dirhem etin bin ayıp örtmediğini anlamaya başladığımız yıllardı; bu üç kadın bu gerçeği ispat ediyorlardı. Dizinin diğer iki oyuncusu Kate Jackson ve Jackline Smith magazin basınının bir süre ilgilendiği dizi film oyuncuları oldularsa da, hiçbiri Farah Fawsett’in yakaladığı popülerliği yakalayamamıştı. Fakat bir dönemin muhteşem kadını Farah, beklenilen başarıyı sürdüremedi ve kendi ülkesinde gözden düşünce bir kısım hayranı onun ‘aslında yeteneksiz’ olduğuna karar verdi.
Bazıları Sıcak Sever filmiyle tanıdığım Tony Curtis’i ve 007 James Bond filmleriyle iyice tanıdığım Roger Moore’u Kaygısızlar dizisinde seyretmiştim. Bu dizide iki kaygısızın çevresi güzel ve yarı çıplak kadınlarla doluydu. Olaylar lüks otellerde, plajlarda, kumarhanelerde, tatlı hayatın yaşandığı mekânlarda geçiyordu.
KAÇAK
Hiç unutamadığım dizilerin başında ise Kaçak dizisi gelir. Sokaklarda kimselerin kalmamasından anlaşıldığı kadarıyla, Türkiye’de son bölümüyle tüm zamanların en yüksek reyting rekorunu kırmış olan dizi Kaçak’tı. Karısını öldürmekle suçlanan bir doktor olan Richard Kimble ile peşindeki kötü polis yıllarca ekran başındaki seyirciyi soluksuz bırakmıştı. Yalnız bizde değil, dünyanın birçok ülkesinde aynı ilgiyle izlenmişti. 90’larda başrolünü Harrison Ford’un oynadığı bir sinema filmi olarak da çekildi.
Michael Douglas’ı San Francisko Sokakları’nda polis olarak seyr etmiştim. İlhamını Vahşi Batı’dan alan ve insanlar kadar atların, sığır sürülerinin, kovboy şapkalarının ve barların başrolde oynadığı bir Amerikan dizisi de Bonanza’ydı. Televizyonda bilimkurgu ile Uzay Yolu sayesinde tanıştık. Uzay boşluğunda ağır ağır süzülen uzay gemisinin adı Atılgan, kaptanının adı Kirk’tü. Bilim kurgu dizileri ve filmleri o zamanda bu zamanda sevemedim. O yüzden bu diziyle ilgili pek bir şey hatırlayamadım. Tek hatırladığım dizinin Kaptan Kirk’ten daha fazla ilgi gören karakteri Mr. Spock’tı. Kaşlarının dış uçlarının havaya kalkık ve kocaman kulaklarının kedi kulağını andırır gibi sivri olması sayesinde onun diğer insanlardan farklı olduğunu anlıyorduk. Kulakları o kadar dikkat çekiciydi ki, o yıllarda kocaman kulakları olan çocuklara arkadaşları Mr. Spock derlerdi. Uzay gemisinden sonra televizyonda bir gemi daha görünüyor… Aşk Gemisi! Çok lüks bir yolcu gemisinde geçen Aşk Gemisi tatlı hayat rüyalarını körüklüyordu. Yolcular çok şık giyinirler, gemideki havuza girerler, barda veya restoranda içki içerler, kaptan mutlaka yolculara danslı bir yemek verirdi.
ZENGİN VE YOKSUL
Büyük aileleri, aile bireyleri arasındaki sürtüşmeleri, çıkar çatışmalarını, yasak aşkları konu alan dizilerin ilk örneği Zengin ve Yoksul’du. Çok severek izlediğim bir diziydi. Biri zengin diğeri yoksul iki kardeş arasında gelişen dizinin aklımda en fazla kalan karakteri, yoksul kardeşin peşindeki kötü adam Falconetti’ydi. Adamın kör olan bir gözü siyah bantla kapalıydı.
Zengin ve Yoksul çok tuttu, çok seyredildi ama karakterlerinin hiçbiri Dallas’ın karakterleri kadar iyi hatırlanmadı. 70’lerin sonlarına doğru yayınlanmaya başlayan Dallas’ın, yayın saatinde hayat dururdu sanki. Sokaklarda kimseler kalmazdı, ertesi gün okullarda, işyerlerinde seyredenler seyredemeyenlere Dallas’ı anlatır olmuşlardı. Kötü adam JR ile kardeşi iyi adam Boby, seksi yeğen Lucy, Boby’nin karısı güzel Pamela ile JR’ın alkolik karısı Suellen, yıllarca Pazar geceleri televizyon başındaki bizleri oyaladılar…
Devam edecek…