Murat OBENLER
Doğaçlama işlerin peşinde koşan ve Kıbrıs adasında yaşamlarını sürdüren Sylvia Nicolaides-Nicholas Iordanou ikilisi 12. ISFFC’de de yarışan “Reimagining a Sound” belgeseli vasıtasıyla kayıt yaptıkları müzisyenlerle birlikte doğa ile müziğin şiirsel birleşiminden doğan derin bir tekrardan canlandırma ve anlamlandırmanın peşine düşüyorlar.
“Girit merkezli bir labirent projenin parçası olarak bu filmi çektik”
Fransa,İtalya ve Kıbrıs’tan oluşan çok-uluslu bir yapım olduğunu gördüm kitapçıkta. Buradan başlamak isterim.
Sylvia: Bu film Girit merkezli bir labirent projenin parçası olarak çekildi. İtalya,Fransa,İspanya gibi ülkelerde de bu labirentin birer küçük parçaları uygulandığı ve Avrupa merkezli olan bu projenin Kıbrıs ayağı da doğal olarak çok uluslu gözüküyor. 3 yapımcılı bir iş oldu.
Nicholas: Bu projede yer alan müzisyenler(Bu labirente de üye olan müzisyenler) Girit’e giderek ve/veya online katılımla ordaki kurslara katılarak çeşitli eğitimler aldılar. Labirent bir virüs gibi tüm dünyaya yayılıyor. Bu projeyi üretenler Kıbrısta da bir belgesel çekmek istediklerini söylediler ve bu teklifle bizi buldular. Besteci,müzisyen,yapımcı ve biz(yönetmen-senarist) birlikte bir hafta proje üzerine birlikte çalışarak çekimleri yaptık.Çalışmalara katıldık,birlikte yedik içtik, tüm ortamı hissettik. Çok iyi bir birliktelik ve proje uygulama oldu.
Bu filmde yer alan müzisyenler Kıbrısta yaşıyorlar. Her biri farklı projelerde yer alan yetenekli müzisyenlerdir ve onları birlikte ve/veya birkaç kişisini farklı festivallerde grup olarak görebilirsiniz. Windcraft Festivali’nde de gördüğümüz Amalgamation projesi müzisyenleri de bu labiretin üyesidirler. Elena Xyda(vokal), Yiannis Koutis(vokal ve ud), Peppe Frana(besteci-ud), Christina Polycarpou(lir) ve Euripides Dikaios(vurmalı çalgılar) bu Mediaval Music projesi için biraraya geldiler.
“Biz kesinlikle linear ve açıklayıcı hikaye anlatımı yöntemini takip etmiyoruz. Yönetmen gibi de davranmadan onları kayda aldık”
Belgeselin senaryosu ile kim ilgilendi? Ben doğadan görüntüler ile müziğin ve sesin birleştirilmesini çok başarılı buldum.
Sylvia: Belgeselde kurmacadan ayrı olarak birçok şeyi doğaçlama ve aniden gelişen süreç içinde çekiyorsunuz. Kurmacadaki gibi ışık,set,dekor gibi şeyler yok. Bu yüzden çekilmesi daha zor bir alan. Senaryoda da teker teker müzisyenlerle röportaj yapmamıza rağmen birçok uzun konuşmadan çok müziğin daha önde olmasını istedik ve konuşma kısmını minimalde tuttuk.
Nicholas: Belgesel için biraz da gerilla sinemacısı gibi olmak lazım. Evde oturup da bu senaryoyu yazmadık.Hep müzisyenlerleydik ve onlarla işbirliği yaptık,onlara dokunduk ve yönetmen gibi de davranmadan onları kayda aldık.Besteci Yiannis’in kalbinden geçen müzik öyle bir güzel şekilde yansıdı ki filmi de bizleri de aldı ve bir yerlere götürdü. Görsel olarak da beklenmedik bir şekilde altın gibi bir malzeme çıktı. Bunun yanında birçok görüntü ve fotoğraf da elde ettik ve onları kısalta kısalta müzikle harmonize ettik ve bir duyguya,öze ulaştık. Biz kesinlikle linear ve açıklayıcı hikaye anlatımı yöntemini takip etmiyoruz.
Filmin ismi bile besteci Peppe Frana ile yaptığımız röportaj sırasında çıktı. “Şu sesin bir görüntüsünü hayal etmeyi deneseniz ne müthiş olur ” dedi ve ordan belgeselin adı “Reimagining a Sound” oldu.
Sizin Ortaçağ Müziği ile ilginiz ne durumdadır? Bu film için mi özel hazırlandınız yoksa hayatınızda yeri var mıdır?
Nicholas: Benim yakından ilgim var çünkü Alkinoos Ioannidis’in Pou Disin Os Anatolin (Gr:΄Πού Δύσην Ώς Άνατολήν, From dusk till dawn) albümü tamamen Kıbrıs Geleneksel Müziği ile ilgiliydi. Orada Venediklilerden bir balo odası dansı parçası vardı ve bizim geleneksel müziğimizin Venedik’e gittiğini söyleyebiliriz. Kıbrıs kimliği, mekan,dil ve geleneksellik çok önemli. Filmde de didaktik olmak yerine onların verdiği müzikal mesajları ve imajları öne çıkararak bir öz oluşturmak istedik. Anlamı bulmayı seyirciye bırakmak istedik.
“Birlikte üretime ve doğaçlama işlere inanıyoruz.Bu müzik bizi de çağırdı.Müzisyenlerle hisler üzerinden bir bağ kurduk ve onlarla aynı hayatı birlikte tecrübe ettik”
Kameranız bol bol su,nehir,deniz, toprak,dağ,tepelerde dolaşıp güneş ve ay ile gökyüzünün peşine takılıyor. Bu elementlerle müziği nasıl birleştirdiniz? Yoksa müzikle doğanın zaten doğal bir bağı var mıdır?
Nicholas: Bunla ilgili film partnerim Sylvia ile uzun uzun tartışmalar yaptık. Kamerayı ben kullandım ama görüntüler ikimizin ortak bakış açısını yansıtıyor. Herşeyi birlikte yaptık diyebiliriz. Paul McCartney’in kendisiyle yapılan bir röportajda “Bir şarkı yapmak için sağlam mücadele etmek yerine odamda yalnız başıma oturup sonra da John Lennon’a gideceğim. Orada düşünceler gidip gelecek ve karşılıklı etkleşimden bir şarkı üreteceğiz.” diyor. Birlikte üretime ve doğaçlama sanata ve işlere inanıyoruz. Biz gerçekten iki kişilik bir takımız.
Müzisyenleri biraraya getirmek çok iyi fikirdi çünkü her müziğin başka bir teması vardı ve biz bunu görmezden gelemezdik .Bu müzik bizi de çağırdı. Biz de müzisyenlerle hisler üzerinden bir bağ kurduk ve onlarla aynı hayatı birlikte tecrübe ettik. Duygusal bağ çok önemliydi.
“Müzisyenlerin müziğe yaklaşımları,tutkuları,birlikte ürettikleri müziğin etkileyiciliği, derinliği bizleri çok etkiledi.”
Sizi filmi çekmeye iten/ilham veren en önemli hissiyat neydi?
Sylvia:Müzisyenlerin müziğe yaklaşımları,tutkuları,birlikte ürettikleri müziğin etkileyiciliği,derinliği bizleri çok etkiledi. Bu büyük tutkunun/aşkın farkına varınca bizler de onlarla işbirliği yapmamız gerektiğini düşündük. Bir önceki projemiz Amalgamation filminde de öyle olmuştu. Onları ilk dinlediğimde yine etkilenerek filme girmiştik. Burada da şarkı sözlerine, görsel yaratıcılığa,müzisyenlere ve birlikte yaptıkları müziğe tutularak onlarla bu yolculuğu yürüdük.
Medieval müzik geçmişten bugüne hiç çok popüler olamamış bir müziktir ama müzisyenler bu kritere bakmadan bu müziği geçmişten geleceğe taşımak için olağanüstü bir gayret gösteriyorlar. Sanırım bu sanatçının toplumuna,geleneğe,sanata,kültüre karşı olan sorumluluğudur.
Nicholas:Kesinlikle.Bu çağda belki de çağdaş bir bakış açısıyla yapılıyor ama lehçe konusunda çok duyarlı bir şekilde çalışıldı.Euripides arkadaşımız 16.yüzyıla belki de daha da öncesine uzanan sözlerin parçalanmış hallerinden oluşan hikayesini ingilizce dilinde şiirsel bir şekilde günümüze uyarladı. Yiannis Koutis doğa,müzik,yaşam ile ilgili konuşmalarında belgeselin amacının kendisi öldükten sonra da bu müziğin devam etmesi olduğunu söylüyor.
“Müzik bir element olarak insanlar arası iletişim kurmanın bir yolunu arıyor, şiddetin olmadığı bir çizgide ilerliyor ve birbirimizle şiddetin olmadığı bir iletişimin devamını inşa ediyor. Sessizlik ve huzur oluyor.”
Müzisyenlerin yaptığı müziği dinlediğimde bir huzur ve dinginlik hissi geldi bana.Hiç bitmesin istedim. Çok özel bir ses,tını,titreşim çıkarıyorlar gerçekten. Kutsal bir durum da var değil mi?
Nicholas: Akdeniz toplumları olarak birbirimize benziyoruz ve birbirimizle etkileşiyoruz. Yunan müziği,Türk müziği,Malta müziği vs. yapan müzisyenler bu müziği de kullanıyorlar ve aslında bu bizleri birbirimize bağlıyor.Tabi müzik bir element olarak insanlar arası iletişim kurmanın bir yolunu arıyor, şiddetin olmadığı bir çizgide ilerliyor ve birbirimizle şiddetin olmadığı bir iletişimin devamını inşa ediyor. Sessizlik ve huzur oluyor. Müzik bizim hayatımızı anlamlandırmada kendimizi tarif şeklidir ve müzisyen müzikle bu tecrübeleri başkalarına aktarır.
“Japon tuz şiiri ustası Mottoi Yamamoto ile ilgili bir belgesel çekeceğiz”
Son olarak buna benzer başka belgeseller de olacak mı? diye sormak isterim.
Önümüzdeki aylarda 3 Japon şehrine gidip adeta tuzun şiirini yapan Japon sanatçı Mottoi Yamamoto ile ilgili bir belgesel çekeceğiz. Tuz kullanarak ruhani boyutu yüksek,büyük ölçekli(tuz labirentleri) çalışmalar yapıyor. Japon kültüründe arınma ve yas tutmanın geleneksel sembolü olan tuz, cenaze törenlerinde ve sumo güreşçileri tarafından maçlardan önce kullanılır. Kötü ruhları kovmanın bir yolu olarak uygulanır. Bunun için çok heyecanlıyız.