“Yine hazan mevsimi geldi
yine yapraklar rüzgârların peşisıra gidecek
yine deli gönlüm yine bu mevsimde
hicranını yalnız başına çekecek
hüsranını yalnız çekecek.
Geleceksin belki de…
O zaman;
ne o yapraklar, ne o rüzgâr
ne de ben olacağım
yine deli gönlüm yine bu mevsimde
hüsranını yalnız çekecek….”
Bir şarkıyı bir nefes gibi içinize çekip hücrelerinize kadar onunla dolduğunuz ve soluğunuzu gözlerinizden süzülen yağmurla verdiğiniz oldu mu hiç?..Muhakkak ki olmuştur.Ben de bu şarkıyı ne zaman dinlesem öyle olurum işte.İlle ki bir hatırası olduğundan değil bu duygulanım.Bazı şarkılar vardır ki melodisiyle, sözleri ile onları ruhunuzda hisseder, bir duygu seline kapılır gidersiniz. Bu şarkı da benim için onlardan biri işte…
Rüzgârın sesi sonbaharın geldiğini haber veriyor. Havalar serinledi. Ağaçlar, çiçekler kışa hazırlanıyor. Kuşlar sıcak iklimlere göçüyor. Sonbaharın diğer adı “Hazan mevsimi.” Hüznü ilham eden bir mevsim bu. Hüzün hazin bir kelime, hazan gibi… Ayrılık gibi… Hicran gibi… Biraz da buruk bir mutluluk gibi… Bazıları pek sevmese de bu duyguyu yine de şairin dediği gibi “Hüzün bize en çok yakışandır”
*****
Bugün yine sabahın alacakaranlığına uyandım. Gökyüzünde hala ayın silueti ve birkaç yıldız var. Sabırsızlıkla günün ağarmasını bekliyorum. Biraz sonra muhteşem bir kızıllığın ve bulutların arasından güneş yüzünü gösterecek. Günün en sevdiğim saatleri bunlar.Hele bir de yağmur eşlik etseydi bu güzelliğe; o zaman doyum olmazdı sabahın bu vakitlerine…Ekim ayının sonlarına geldik, hala bir damla yağmur yok. Dünya ve mevsimler bir evrim mi geçiriyor diye düşünmeden edemiyorum.
Günün ağarmasını sabırsızlıkla beklememin bir başka nedeni, yeni ektiğim fidanların büyüyüp büyümediğini görmek heyecanıdır. Bir bitkinin büyümesini izlemek, bir tohumun topraktan boy verdiğine tanık olmak bile doğaya saygı duymaya yeter. Yaşamın özündeki ahengi; bitkilerin ve ağaçların, hayvanların ve böceklerin, topraktaki mikroorganizmaların etkileşimlerini gözlemleyerek fark etmek o kadar da zor değil. Yabani bir çiçeğin aniden ortaya çıkıp büyüdüğünü hayretle görürüz. Daha nice tohumun ortaya çıkıp büyümek için sıralarını beklediğini bilemeyiz. Her bitki türü yaşamın yeni bir üyesidir ve kendinden sonra gelecek türlerin yolunu açar. Birçoğumuz yaşamın içindeki bu ahengi göremeyiz. Doğayı anlayamadığımız için de kendimizi doğaya yabancı hissederiz. Oysa yerli kültürlerin insanları; örneğin Avustralya, Yeni Zelanda ve Kuzey Amerika’ da yaşayan ve geçimlerini topraktan sağlayan insanlar yaşamın önünde saygıyla eğilirler, doğayla kopmaz bir bağ kurarlar ve onunla aralarındaki dengeyi her zaman korumaya çalışırlar.
Yeryüzü belli bir aklı ve hareket sistemi olan, yaşayan bir varlık. O; bu sistem çerçevesinde ve kendi yaratılışında aktif bir rol oynar ve dengesini devam ettirir. Yeni bir tohumu bahçeye ekmek için aldığımızda onunla ilgili bilgiyi paketin üzerinde bulabiliyoruz. Ne kadar derine, diğer bitkilerden ne kadar uzağa ekmek, ne sıklıkta sulamak gerektiğini biliyoruz. Sonunda da hangi tohumu ekmişsek onu alacağımızı da biliyoruz. Keşke insanın gelişimine dair bilgilere de ayni kolaylıkla ulaşılabilseydi!. Ne yazık ki istediğimiz özellikte bir insan yaratabilmemiz mümkün değildir. İnsanın gerçek anlamda kim olduğuna, nereye ait olduğuna ve ne gibi özelliklere sahip olduğuna dair bilgiler meçhul. Buna rağmen insan denen varlıktan kaliteli ürün alabilmekteki en büyük rolü eğitimin oynadığını da unutmamak gerekir. Bilinen en eski gerçeklerden biri ise insanın, doğanın hassas dengesini bozma eğiliminde olduğudur. Dünya zaman zaman bir evrim geçirir ve kendi bilinç organlarını değiştirir. Evren içinde yer alan her insan da yaratıcı bir hücreyi temsil eder. Ancak ne yazık ki doğayla olan iletişimsizliğimiz ve insanlığın, bilincin derinlikleri ile bağlantı kurma ve işbirliği yapmaktaki başarısızlığı dünya için çok kötü sonuçlar vermektedir.
Bir bebek ana rahminden çıktıktan sonra dünyaya uyum süreci başlar. Genellikle yaşamın ilk yedi yılı fiziksel gerçeklere ve ortama adaptasyonla geçer. Daha sonra duygu ve düşüncelerin gelişmeye başlaması ile kişilik belirmeye başlar. Bundan sonraki süreç ergenlik dönemidir. Bu dönem, geçici hevesler peşinde koşma, bir şeyler keşfetme heyecanı ile dolu bir bocalama dönemidir. Çünkü ergen, bu dönemde kendi içinde onu yönlendirecek gücü henüz keşfetmemiştir. Bu gücü hissetmeye başladığında ise olgunluk dönemine girer ve gerçek kişiliğini bulur. Kişilik yapısının oluşmasında aile ve okul eğitiminin çok büyük rolü vardır. Bu yüzden ergenlik dönemi kişiliğin oluşmasındaki en önemli zamandır.
Bazı aileler çocuklarını büyütürken farkında olmadan veya pek ciddiye almadan yaptıkları bazı yanlış davranışların, ileride ne kadar büyük sorunlar doğuracağını hesaba katmazlar. Basit sandıkları bu hataların evlatlarını, kendilerini ve başka insanları ileride ne denli büyük çıkmazlara sokacağını kestiremezler. Örneğin; çocuklarını çok şımartmayı, istediği her şeyi almayı genelde sevgilerinin göstergesi sayarlar. Bazıları çocuklarına ilgi göstermez kendi hayatlarını yaşamaya bakarlar. Bazıları da çocukları arasında ayırım yaparlar; birini daha çok sevip her istediğini yapmaya çalışırlarken diğerine yok sayacak kadar az ilgi gösterirler. Bu durum hem şımartılan hem ihmal edilen çocuk için olumsuz etkiler yaratsa da genelde güçlü ve sağlıklı görünenin daha çok aleyhinedir ve duygusal gelişiminde ona daha çok zarar verir. Hasta veya çelimsiz olan çocuğa hep toleranslı davranılırken diğerinin duyguları pek dikkate alınmaz. Bunun sonucu olarak da zamanla ya isyankâr, ya suskun ve tevekkül etmiş, kendine güvensiz bir karakter yapısı ortaya çıkar. Gelişme dönemindeki gence ailesinin farkında olmadan bıraktığı bu miras onun tüm hayatında etkili olur.
Terkedilmişlik, önemsenmezlik ve sevilmeme duygusu bilinçaltına yerleşmiş olan insan tipi özgüvenden yoksundur. Dengesiz tavırlar sergiler. Bu olumsuzluklar iş yerine, sosyal hayata ve evliliğe de taşınır. Başkalarıyla iletişim kurmakta zorlanan bu kişiler, ezikliklerini suskunluk ve ağırbaşlı görünümleri ile kamufle etmeye çalışırlar. İyi bir dinleyici izlenimi uyandırırlar. Aslında bunun gerçek nedeni kendilerine ait fikirleri olmayışı veya olsa bile bunu dile getirecek cesaret ve özgüvenden yoksun oluşlarıdır. Anne- babasının evinde hep yönetilmeye, sevgi dilenciliği yapmaya veya onların arkasına sığınmaya alışmış olan birey evlilik hayatında da maalesef bu olumsuzlukları sürdürür. Anne babasından görmediği sevgi ve şefkati eşinden bekler. Eş gibi değil çocuk gibi davranır. Söz konusu olan eğer bir erkekse, eşinden hem kadınlık hem de annelik görevleri bekler ki, bu da birlikteliği sağlıksız hale getirir. Ergenlik döneminde kendine güvensizlikten doğan başkasının arkasına sığınma ihtiyacını bu sefer eşine sığınarak gidermeye çalışır. Yaratıcı özellikten tamamen yoksun ve kendi başına bir şey yapmaktan, bir işi başarmaktan acizdir. Bu da onda zamanla kompleks yaratır ve evlilik hayatında da mutlu olamaz. Aksine karşısındakini de mutsuz eder. Bu tip insanlar yetenekli ve başarılı bir eşe sahipseler, önceleri ona sığınırlar ve yönetilmeyi tercih ederler. Fakat zamanla eşlerinin sosyalliği, kendilerinin pısırıklığı; eşlerinin başarısı kendilerinin iş bilmezliği vb. nedenler onları daha derin duygusal çöküntülere sokar. Karşı tarafın üstünlüğü karşısında iyice ezilirler ve bir kişilik gerilemesi yaşarlar. Eşlerinin kendilerinden üstün olmasını hazmedememekle başlayan içsel hezeyanları kıskançlık ve hatta düşmanlık boyutlarına kadar ulaşır. Bir zaman sonra bu hezeyanlar içsel olmaktan çıkar ve dışa vurur. O artık, aniden infilak eden bir volkan gibidir. İçinde biriktirdiği aşağılık kompleksi ürünlerini dışarı püskürtmeye başlar. Ruhsal sorunları artık çılgınlık derecesine varmıştır. Bu püskürme en çok kendine ve yakınlarına zarar verir. Bu şartlarda evlilik veya birlikteliği sürdürmek imkânsızdır çünkü birey tamamen dengesizleşmiş, hatta karşı taraf için tehlikeli olmuştur. O artık, umutsuz bir vakadır.
Günümüzde her ne kadar kadın-erkek eşitliğinden söz edilse de, bizim kültürümüzde bir erkeğin bu durumu yaratması kadının yaratmasından daha trajik bir durumdur. Zayıf karakterli, özgüvensiz ve ailesine sahip çıkmak bir yana kendisine sahip çıkmaktan aciz bir erkekle bir arada yaşamaksa sadece işkenceden ibarettir.
Doğanın dengesinden söz ederken işi nerelere getirdim!. Anlayamadığım şu ki; doğa her zaman dengesini korumayı bilirken , en üstün özelliklerle donatılmış olan insan neden hâlâ dünya denilen bu gezegenin üstündeki yerini bilememekte ve bütün dengeleri bozmaktadır?...