Doğanın ve Siyasetin Cehennem Ateşi

Doğanın ve Siyasetin Cehennem Ateşi

 

 Hakkı Yücel
 yucelh@kibrisonline.com

Temmuz yaktı, geçti; Ağustos yakmaya devam ediyor; kavruluyoruz. Gündüzlerin ateşini, gecelerin bu şehrin alâmet-i farikası olan serin esen meltemleri de söndüremiyor artık. Kim aksini söyleyebilir,  doğanın insan eliyle her gün biraz daha bozulan dengesi, adım adım genişleyen bir cehennemi gezegenin dört bir yanında büyütüyor. Uygarlık denilen büyük insanlık macerası, doğayı bitmez tükenmez bir kaynak olarak görüp de pervasızca yağmalamaya başladığı günden bu yana, giderek kendi sonunu hazırlayan bir canavara dönüştü. Her geçen yıl, yaz mevsiminin dehşetini açığa çıkaran yeni rekorlara sahne oluyor. En gelişmişinden en geri kalmış ülkesine sıcaktan ölen insan sayısının -sadece yaşlılar değil çocuklar da- bir önceki yıla oranla daha da arttığı haberini geçiyor ajanslar.  Üstelik sadece yaz da değil, doğanın mevsim farklılığı tanımayan, zaman zaman patlayan ve afetler hâlinde seyreden öfkesi bu dehşet tablosunun bir başka yüzü.

Dert bu kadar mı?

Bu tabloyu olduğundan vahim hâle getiren başka şeyler de var. Doğa insanoğlunun bitmez tükenmez ihtiraslarının harlayarak büyüttüğü cehennem ateşinde yana ve yaka dursun, modern siyasetin güç ve çıkar eksenli hesaplarla yüklü, aracın her türlüsünü amaca tabi kılan, dahası bizatihi insanın kendisini bir araç haline dönüştüren, değerden, ahlâk ve vicdandan yoksun iklimi de ondan geri kalır değil. Özellikle halkanın zayıf olduğu yerlerde -buraların çomak sokanı da çok olur- zemberek dolu dizgin boşalıyor. İşte hemen yanıbaşımızda Ortadoğu. Enerji kaynakları, jeo-politik ve jeo-stratejik konumu itibarıyla hegemonik güçlerin iştahını kabartan, abartısız bir ifadeyle, dünyanın siyasi merkezi olarak kabul edilen (O kadar ki bir gün dünya barışı sağlanacaksa bunun yolu mutlaka Ortadoğu’dan geçmek zorundadır; aşikâr olan orada yanan cehennem ateşi söndürülmedikçe dünyanın huzur bulmasının zinhar mümkün olmayacağıdır)  bölge olarak Ortadoğu, ABD’nin Irak müdahalesinden bu yana kan gölü içinde yüzen bir enkaz yığını. Otoriter rejimlerin yıkılmasının ardından, büyük çıkar hesaplarının manipülasyonlarına tabi din ve mezhep kavgalarının ‘kutsal’ ateşiyle hız kazanan parçalanma süreci, bir insanlık trajedisine dönüştü.  Bu coğrafyada insanın, sinek kadar bile değeri yok. Öylesine bir cehennem ki burası insan, şiddet ve vahşetin kurbanı olduğu kadar faili de olabiliyor. Zalimin şiddetine, bir yandan da o zalime başkaldıran mazlumun çaresizlik kayışında bilenerek keskinleşen karşı şiddetti eklenince, binlerce masum insan canından oluyor; çok daha fazlası yerini yurdunu terk etmek zorunda kalıyor, cehennemden kaçarak kurtuluşu uzaklarda arayanların bir kısmı, binbir badireden geçerek çıktıkları umuda yolculuklarında deniz tarafından yutuluyor. Bütün bu yaşananların ekranlarda seyirlik filmler(!) olarak izleniyor olması, bu kapsamda yazılıp söylenenlerin ise büyük oranda somut karşılıkları bulunmayan, havanda su dövmekten öteye geçmemesi ise yerleşik uluslararası sistemin, onun siyasal-ideolojik kapsamının, paradigmalarının iflası olduğu kadar, çıkış yolu arayan alternatif siyasal-ideolojik, entelektüel müktesebatın yetersizliğini de ifade ediyor.

Şimdilerde siyasetin tutuşturduğu -bunda Ortadoğu’nun sınırdaşı olmasının ve orada yaşananların gölgesinin üzerine düşmesinin de rolü var-  bir başka cehennem ateşi Türkiye’de de alev alev yanmaya başladı. Ülkenin en temel meselesi olan ve aşıldığı takdirde, birçok olumlu gelişmeyi de beraberinde getirecek ‘Kürt Sorunu’nun nihayetlendirilmesine yönelik ‘çözüm süreci’nde, iki yılı aşkın bir süredir bu yönde ağır aksak kat edilen mesafe sıfırlandı. Sürecin başlamasında ve bugüne kadar gelinmesinde belirleyici rolleri olan, gelenek ve ideolojik farklılıklarına/karşıtlıklarına rağmen bu yolda adım atma cesareti gösteren, temsiliyet gücü yüksek iki siyasal aktör/akıl, AKP ve HDP, ülkenin kaderini değiştirecek kertede tarihsel önemi haiz, diyaloğa açık uzlaşmacı yaklaşımlarını terk ederek çatışmacı/karşıt konumlarına geri döndüler.

7 Haziran seçimlerinden çıkan sonuçların, taraflar arasındaki ilişkilerde, seçim öncesinden başlayarak ve özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sergilediği rejimi zorlayan tavırlar nedeniyle de, günden güne artırdığı siyasal gerilim,  22 Temmuz tarihinde 34 kişinin ölümüne yol açan ‘Suruç Katliamı’yla o ilişkileri tamamen koparacak bir mahiyet kazandı. Susan silahlar yeniden ateşlendi. Jetler havalandı, sortiler yapıldı, bombalar yağdırıldı, pusular kuruldu, sorgusuz sualsiz infazlar gerçekleştirildi. Şu an itibarıyla hız kesmeden devam eden şiddet, giderek daha da yaygınlaşıyor;  insanlar ölüyor, ocaklara ateş düşüyor, acı büyüyor. Zevahiri kurtarmak için söylenenlerin aksine gelişmeler, Türkiye’nin çözüm süreci öncesinin o karanlık günlerine geri döndüğünü açıkca ortaya koyuyor. Siyasal kutuplaşmanın karşılıklı suçlamalarla daha da derinleşmesi; bu ayrışmanın medyada, kanaat önderleri, aydın ve entelektüeller arasında, sivil toplumun farklı kesimlerinde aynı oranda karşılığını bulması, bu kapsamda konsolidasyonu artırıyor. 

Oysa aşikâr olan şuydu: ‘Çözüm Süreci’ kırılgan bir zemin üzerine oturmaktaydı ve onu her an berhava edebilecek gerekçeler üretmek çok kolaydı.  Zaten süreç sıkıntılı seyrediyordu, zaman zaman karşılıklı yapılan sert açıklamalar bu yolda ciddi zorluklar yaratıyordu, ancak tarihsel arka plan göz önüne alındığında bu da anlaşılabilir ve her şeye rağmen aşılabilir bir durumdu. 7 Haziran seçimi öncesinden başlayarak 22 Temmuz Suruç Katliamı’na gelene kadar, zor da olsa kontrol altında tutulabilen süreç, o gün patlatılan bombalarla kontrolden çıktı. Bir bakıma sümen altı edilen gerekçeler, tarafların değişen anlayış ve yaklaşımlarını haklılaştırmalarının aracı olarak kullanılmaya başlandı. Genç insanların parçalanan cesetleri, provakatif amacı aşıkâr olan bu eylem karşısında tarafları ortak tavır sergilemek yerine, kendilerine yontacakları, haklılıklarını perçinleyen algı operasyonlarına dönüştürüldü. Komplo teorileri, ideolojiler, koşullar ve dayatmalar bu amaçla devreye sokuldu. Böylesi yaklaşımların, yani bir tarafın salt kendini haklı görmek ve bunu muhatabına dayatmak ısrarının, kendisinin sergileyeceği şiddetin meşru kabul edilmesine yol açacağı gibi,  aynı mantığın karşıtı için de geçerli olması sonucunu doğurması kaçınılmazdı. Dahası tek taraflı meşruiyet,  o tarafla sınırlı şiddeti de meşru kılmak gibi bir sonuç doğuracaktı ki bunun sonuçlarının çok ağır olacağı aşikârdı.  Bu derin ayrışmanın bir başka sonucu ise gelinen aşamada ‘taraf olmayı’ icbar etmesiydi. Nitekim öyle de oldu.

Şimdilerde kimse tarihsel ve aktüel gerçekliğin, kendi penceresinden gördüğünden ve kendi deneyimlerinin toplamından daha fazla olduğunu kabul etmiyor. Böyle olduğu sürece de, kim dillendirirse dillendirsin, ne kadar iddialı olursa olsun, nasıl gerekçelendirilirse gerekçelendirilsin söylenen sözler, kurulan cümleler o gerçeklikler karşısında yetersiz kaldığı gibi muhataplarına da ulaşamıyor.  Oysa sürecin devam edebilmesinin temel koşulunun -tıpkı dünyadaki diğer benzer örneklerinde olduğu gibi- muhatabın da gözetildiği ilişkisel bir anlayışı zorunlu kıldığı gibi, salt bir tarafa yaslanmanın sorun çözmek yerine sorun üretmek demek olduğu gerçeğini de ortaya koyuyor.

Yaşanan gelişmeler bu aşamada böylesi siyasal/sivil aklın tesisini zorunlu kılıyor. Bu zorunluluk ise sorunda taraf olmayı değil, soruna mesafe almayı gerektiriyor. Kaldı ki siyaset sosyolojisi de, en azından seçimden çıkan ‘koalisyon’ gerçeği göz önüne alındığında, bunu ifade ediyor. O gerçek ise, ‘çözüm süreci’ni başlatan iki temel siyasal aktör/akıl, AKP ve HDP’nin, ortak bir zeminde, yeniden bir araya gelmelerinin gerekli olduğunu söylüyor. Aksi bir durumda siyasetin bu cehennem ateşi kolayına dinmeyecek, şiddet daha çok canlar yakacak gibi görünüyor.

 

Dergiler Haberleri