Yılmaz Akgünlü
… Himalayalı ermişler bana önce doğanın kutsal kitabını öğrettiler. Bunun üzerine, açan çiçeklerden, kuşların şarkılarından ve hatta en ufak bir çim parçasından ve çalı dikenlerinden gelen müziği dinlemeye başladım. Her şeyde, güzel olanın kanıtı yaşar. Doğanın müziğini dinleme ve onun güzelliğini takdir etme öğrenilmezse, insanı sevgi temelinde arayışa sevk eden unsur da en uzak geçmişte kaybolup gidebilir. Kişi, doğanın o sadeliği içindeki derinliğini tam olarak takdir etmeyi öğrendiğinde, düşünceleri de, doğayla temasa geçtikçe hassas duyularından yükselen ricalara karşılık olarak kendiliğinden akmaya başlar…
Bu sözler Swami Rama’nın “Himalaya Yogileri” adlı kitabından alınmıştır. Üniversite yıllarımda bulduğum bu kitap beni birçok yönden etkilemiş ve Hindistan ile Himalayaların aşkı doldurmuştu yüreğimi. Daha sonra birçok kez bu ülkeye gittim. Her kilometresinde zamanın farklı bir dilimine gidebileceğiniz, günümüzden yüzlerce, binlerce yıl öncesinin üst üste katman katman görülebildiği bu ülkede gözlerinizi açarsanız görebileceklerinizin, yaşayacaklarınızın sınırı yoktur.
Hindistan sadece doğasıyla değil, dişi erkek ayırmadan bütün varoluşa saygı duyan kültürüyle de benim için apayrı bir ülke değil adeta apayrı bir dünya olmuştur. Tabii ki sadece şehirlerinde, gözde tapınaklarında gezerek bunları göremezsiniz. Önce kendi içinizde bir yolculuk yapmalı ve batı kültürünü anlamalısınız ki, o kültürden bağımsız bir şekilde, onun doğrularıyla güdülenmeden gezebilesiniz o diyarları.
İnsan kendi içine doğru yolculuk yaptıkça, o derinliklerdeki zenginliklerin dışındakilerden ayrılamadığını görmeye başlar. İçindeki gürültüden, bitmek bilmez hırs ve kaygılardan uzaklaşan kişi bir bakar ki zihni boşalmış ve dışındaki her şeyi yansıtan bir ayna olmuş. Dışındaki çiçekse çiçek olmuş, karlı zirvelerse karlı zirveler, gülen bir ihtiyarla gülen, ağlayan bir bebekle ağlayan, dilenciyle dilenen olmuş. Çevresinin sonsuz biçimler içine dolup boşaldıkça o da o sonsuz biçimler boyunca akan ve onların ardındaki anlatılmaz gizemde kaybolmuş.
Şehir yaşantısında insanların aşırı dolu yaşamları genellikle insanın zihnini arındırmasına izin vermez. Bu nedenle çoğu insan kendine kurduğu küçücük bir dünyada yaşayarak ömrünü tüketir gider. Oysa doğa bize çok büyük bir fırsat sunar. Doğada bulunmanın nasıl bir deneyim olduğu üzerinde biraz düşünelim. Daha doğrusu düşünmeyip bakalım neler olduğuna.
İlk önce doğa, bizim yaratmadığımız bir şeydir. Şehirleri, yolları, binaları biz yarattık, ancak doğa bizden çok önceleri beri kendi düzeni içerisinde vardır. Kirletilmemiş, saf bir doğal ortamda yürüdüğümüzde, oturduğumuzda yapaylaşmış, toplumsallaşmış hiçbir şey bulamazsınız onda. Bu nedenle, sahte, yapay yönlerimizi uyaran hiçbir şey yoktur doğada.
Tabii ki doğada bulunmakla otomatik olarak huzura erebileceğimiz söylenemez. Öncelikle açık, önyargısız bir zihne sahip olmalıyız. Görmek istediklerimize değil, olana bakmayı öğrenmeliyiz. Olan hakkında önceden bir fikre sahip olamayız, o zaman bütün akışı içinde olanı algılayamayız. Doğayla bir olmak, çok ciddi bir zihinsel disiplinin sonucu olabilecek bir şeydir. Özellikle bu disiplin nefesin izlenmesi, seslerin keskin bir uyanıklıkla fark edilmesi ve tüm duyuların tam açıklığına dayanır.
İkinci olarak doğa kendine özgü bir belirsizliğin olduğu bir ortamdır. Gerçekten doğada şehirde karşılaşmayacağımız bazı zorluklarla ve tehlikelerle karşılaşabiliriz. Ancak aslında tehlikenin ne kadar yüksek olasılıkta olduğu önemli değildir. Gerçekte şehir yaşamı bizi yavaş ve sağlıksız bir ölüme doğru sürüklemektedir zaten, bazen de trafik kazaları, cinayetler gibi ani bir şekilde. Doğada alıştığımız düz yollar yoktur, vahşi hayvanlar da olabilir, kaybolma tehlikesi de vardır bazen. Tabii ki bunlar nasıl bir doğada, ne tür bir maceraya kalkıştığınıza bağlı olarak kontrol edilip azaltılabilen risklerdir. Ancak önemli olan doğada çok daha uyanık olma ihtiyacı içinde olmamızdır. Birkaç saatliğine bile olsa bir ormanda ya da ovada yürüyüşe çıktığınızda en azından bastığınız yerlere daha dikkatli bakmak zorundasınızdır. Bu uyanıklık zihnimizi bir tür meditasyon gibi eğitir. Sürekli şu anda bulunmak, dalıp gitmemek zorunda kalırız ki bu da günlük sıkıntılarımızdan kurtulmamızı sağlar. O yüzden ben doğada yürümeyi bir tür terapi gibi görüyorum. Ama tabii bazı koşulları yerine getirmeliyiz. Örneğin mümkün olduğunca sessiz ve yalnız olmalı, dikkatimizi çevremize vermeye çalışmalıyız.
Doğa sevgisini kaybetmenin insanlığa çok büyük bedelleri oldu. Geçtiğimiz yüzyılda ormanların çok büyük çoğunluğu yok edildi, denizler, göller, ırmaklar aşırı ölçüde kirletildi. Bizi besleyen anaya saygımız azaldıkça, hatta ondan nefret edermişiz gibi onu katlettikçe ortaya devasa şehirler, çok gelişmiş ekonomiler, çok lüks yaşamlar ve tüketilecek sayısız ürün çıkardık, ancak sonumuz pek de iyi görünmüyor. İnsanlar hem ruhsal anlamda hem de çevresel felaketler bağlamında tükenmiş durumdalar. Gelişmiş toplumlarda kendini mutlu diye tanımlayanların oranı çok düşük seviyelerdedir. Yaşamlarında sevgi ve anlam bulanların sayısı da pek fazla değil.
Üstelik doğayı bu ölçüde katledebilme özgürlüğü kendini kutsal kitaplarla da onaylatan bir güce sahiptir. İncil’e göre Tanrı bütün hayvan ve bitkileri insanlığın yararı için yaratmıştır. En üstün varlık olan insan onlardan istediği gibi yararlanabilir. Böyle bir anlayışa sahip olan bir canlı türünün doğaya ne ölçüde hak ettiği değeri verebileceği kuşkuludur.
Sioux kabilesinden Ohiyesa bakın ne diyor: “Biz, ruhun bütün yaratıklara verilmiş olduğuna, her canlının, kendisi bunu bilincinde olmasa bile, bir dereceye kadar ruha sahip olduğuna inanırız. Ağaç, şelale, boz ayı, her biri cisimlenmiş bir ruhtur, her biri saygıya layıktır.” Bu sözlere çağımızda birçok insan gülüp geçer. Elbette burada Ohiyesa’nın bahsettiğini metafizik anlamda bir ruh olmadığı açıktır. O aslında tüm bu varlıkların içindeki canlılıktan ve bu canlılığın son derece derinlerden bir yerden geldiğini ve çok değerli olduğunu vurguluyor. Şelalenin ruhu biz canlıların onun güzelliğinde bulduğumuz bir şeydir. O bu evrenin akıl almaz gizemlerinden biridir. Bir şeye gizem demek o şeyin “bir şey” olduğunu söylemek değildir. O yüzden gizem duygusu anlamayı ve öğrenmeyi kışkırtan bir duygudur. Gerçek anlamda bütün bilimsel, sanatsal ya da felsefi ilerlemelerin temeli gizem duygusunun beslediği meraktır. Gizem duygusunu ve doğaya olan hayranlığı ve merakını kaybeden bir insanın ne doğayı sevebileceğini ne de anlamlı bir yaşam sürdürebileceğini düşünüyorum.
Ülkemizde de çevre sorunları git gide önemini hissedir hale gelmiştir. Eğer bu ülkede ciddi bir siyasi devinim başlayacaksa, bu çevreye duyduğumuz sevgiyle başlamalı. Kıbrıs’ı sevmek önce onun dağını, taşını, otunu, hayvanını sevmek demektir. Her şey geri dönüştürülebilir, ama doğanın milyonlarca yılda oluşturduğu güzellikler bir kez yıkıldı mı, bir daha onları asla geri getirmeyiz. Bence halk olarak önce ülkemizi gezip görmeli, her hafta en az bir günümüzü Kıbrıs doğasını keşfetmeye adamalıyız. Sonra da güçlü çevresel örgütler kurarak doğa sevgisini yaymalı ve doğaya saygıyı politik bir güç haline getirmeliyiz. Kıbrıs halen daha kalan doğasıyla bile inanılmaz bir turizm potansiyeline sahiptir. Kıbrıs’ın dağını taşını bozulmadan koruyabilirsek, şimdiden büyümeye başlamış olan doğa turizmini güçlendirebilirsek 50 sene sonra 100 sene sonra bu ülkenin insanın hem karnı doyar hem de dünyaya ve kendine doğa sevgisi denen çok büyük bir değeri tekrar kazandırmış olur.