Nur KÖPRÜLÜ
koprulunur@gmail.com
“Ortadoğu’yu, tarihi bilmeyenler Suriye’yi ve Suriye’de olabilecekleri tahlil edemedi.
Çünkü Ortadoğu’ya ‘tersine oryantalizm’le yaklaşanların oryantalistlerden farkı olmadığı ortaya çıktı”.
Mete Çubukçu
Siyasi tarih ve uluslararası ilişkiler alanlarına ilgi duyanlar ve çalışanlar çok iyi bileceklerdir ki (ana akım) tarih çalışmaları, Orta Doğu’yu farklı bir mecrada irdelemiş ve O’na müstesna anlamlar yüklemiştir. Diğer bir deyişle, Orta Doğu (Middle East) kavramı tarih boyunca kültürel veya coğrafi bir tanımdan ziyade “siyasi ve subjektif” bir kavram olarak kurgulanmştır. Dolayısıyla, bu kavramın kapsadığı yerler zamanla değişiklik gösterdiğinden, Orta Doğu’nun sınırlarının nerede başlayıp, nerede bittiği de her zaman tartışma konusu olmuştur. Orta Doğu sözcüğü İngilizler tarafından ilk defa Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kullanılmaya başlanmışsa da, kavram ilk kez 1902’de Amerikalı Amiral Alfred Taylor Mahan tarafından literatüre sokulmuştur. İngiltere, “Near East” (Yakın Doğu) sözcüğünü Osmanlı’nın hâkim olduğu, Orta Doğu kavramını ise Irak, Türkiye ve Suriye’yi içine alan toprakları ifade etmek için kullanmıştır. Bu noktada açıkça ifade etmek gerekmektedir ki, “Orta Doğu”, “Şark” veya “Yakın Doğu” gibi kavramlar Batı merkezli ve hiyerarşi/üstünlük barındıran kavramlar olup, Batı’yı/Avrupa’yı dünyanın merkezi olarak tahayyül etmektedirler. Aslında yakın tarihteki bu Orta Doğu/Yakın Doğu kavramsallaştırması, Batı üstünlüğünü pekiştiren ve Doğu’yu (Orient’i) ötekileştiren bir yaklaşımın sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece Birinci Dünya Savaşı sonrası inşa edilen Orta Doğu kavramı, hegemonik dünya düzeninin söylemsel ve pratik bir ürünü olagelmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlıklarını kazanan Arap ülkeleri, otoriter rejimler kurarak siyasal erki ellerinde tutmaya çalışmışlardır. Ancak, son beş yıldan fazla bir süredir Tunus’tan Yemen’e Arap ülkelerini sarsan halk ayaklanmaları, bölgedeki meşruiyet krizini gözle görünür hale getirmiştir. 1916 Sykes-Picot Anlaşması’nı müteakiben savaş sonrasında çizilen sınırlar, bölgede, Suriyeli Alevi, Iraklı Şii veya Lübnanlı Marunî gibi kimliklerin ve aidiyetlerin geliştirilmesinin önünü açmış ve bu coğrafyadaki ulus bilinci Avrupa’daki örneklere benzer şekilde oluşmamıştır. Bu noktada, Orta Doğu’yu Batı gözüyle veya Batılı bir model üzerinden okumak da tartışmaya açık bir sorunsal olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira ulus ve devlet oluşturma gibi Avrupa kökenli modeller bu bölgeye ithal edilmiş; bugün ise tekrar sorgulanır hale gelmiş sınırlar ve rejimler yaratmıştır.
2011 yılı itibarıyla bölgeyi etkisi altına alan Arap ayaklanmalarının ortaya çıkışı esasen içsel nedenlerden kaynaklanmış olsa da; dış aktörlerin söz konusu ayaklanmalara ve bölge siyasetine doğrudan ve/veya dolaylı yollardan müdahil olmaları ile (özellikle Libya ve Suriye örneklerinde olduğu gibi) söz konusu toplumsal hareketlerin yönü ve işleyişi değişim göstermiştir. Özelde yolsuzluklarla mücadele ve işsizlik gibi ekonomik etkenler sebebiyle başlayan halk hareketleri zaman içerisinde siyasal liberalleşme ve daha fazla temsiliyet eksenine kaymıştır. Kimi zaman ortak özellikler taşımakla birlikte, Arap dünyasındaki toplumsal hareketler ülkeler analiz edildiğinde farklı sonuçları beraberinde getirmiştir. Arap ayaklanmaları sonrasında Arap dünyasındaki rejimlerin tutumu ve muhalif hareketlerin aktörleşme süreçleri her ne kadar farklılık gösterse de, ‘panadoranın kutusu’ açılmışçasına yıllarca iktidarı ellerinde barındıran rejimlerin siyasal meşruiyetlerinin sorgulandığı bir sürece girilmiştir. Bu meşruiyet krizi, söz konusu ülkelerin kolonyal dönemlerden kalan yapısal sorunlarını ve bağımsızlık sonrası ulus ve devlet inşa süreçlerini yeniden tartışılır hale getirmiştir.
Yukarıda da belirtiği üzere Orta Doğu bölgesi, yıllardır dünyanın diğer bölgelerinden farklı ve ‘istisnai’ bir yer olarak algılanmış ve okunmuş; demokrasinin bu topraklarda inşasının mümkün olamayacağı düşüncesi dış müdahalelere zemin hazırlanmıştır. Böylece bireyin ve toplumların siyasette ‘özne’ olma potansiyeli zayıflatılmıştır. Orta Doğu’nun nevi şahsına münhasır, kaos/savaş/çatışma üreten bir yer olarak okunması, bu bölgenin kaderiymiş gibi algılanmasına neden olmuştur. Söz konusu ‘istisnacı’ yaklaşımın Arap ayaklanmalarının ardından yeniden tezahür ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Her ne kadar Arap ayaklanmaları sonrasında Müslüman Kardeşler (İhvan) örneğinde olduğu gibi ‘eski’ aktörler ‘yeni siyaset’ alanı bulmuş olsalar da, Mısır’da İhvan’ın kısa süren iktidarı bölgeki İslami hareketler açısından yeni bir kırılma noktası yaratmıştır. Bir öğretmen olan Hasan El-Banna tarafından 1928’de İsmailiye’de (Mısır) kurulan İhvan, birçok Arap ülkesinde kollar açarak şiddet içermeyen bir yaklaşımla ve ‘İslam tek çözüm’ sloganıyla bölgenin en etkin ve örgütlü İslami hareketi olmuştur. Ancak 2013 yılında Mısır’ın halk tarafından seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursi’nin alaşağı edilmesinin hemen ardından Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) başta olmak üzere birçok ülkede İhvan’ın ‘terörist’ örgüt olarak ilan edilmesi, bu coğrafyaya ilişkin iki önemli sorunsalı su yüzüne çıkarmıştır. İlki, İslam’ın ötekileştirilmesi ve İslam ile demokrasinin bağdaşmayacağı retoriği –ki bu retorik Oryantalist/Şarkiyatçı bir retoriktir; diğeri ise tersine Oryantalizm olgusudur. Bugün Orta Doğu’da yaşanan çatışmalar ve hatta demokrasinin önündeki engeller sadece Batı kaynaklı politikalardan kaynaklanmamaktadır. Tersine Oryantalizm (yani Oksidentalizm –Doğu’nun Öteki’ni -Batı’yı- okuma biçimi) baskıcı politikaları hayata geçirmek için bir ‘öteki’ veya ‘suçlu’ aranmasını meşru kılmaktadır. Şöyle ki, zaman zaman Orta Doğu’nun ‘tüm’ sorunlarını Batı’ya atfetmek ve bu yolda atılacak her adımı mübah saymak Doğu’nun da Batı’yı tersine Oryantalizm ile okuduğuna işaret etmektedir. Her iki sorunsal da bugün Orta Doğu’da yıllardır süregelen bir kısırdöngünün yaşandığına, kısaca bir deja vu’ya işaret etmektedir.
Ayaklanmaların gündeme taşıdığı bir başka algı/konu ise ‘İslamcıların Orta Doğu’da iktidara geleceği’ düşüncesi olmuştur. Ancak beş yılın sonunda bu coğrafyadaki İslami hareketlerin yekpare (monolitik) bir nitelik taşımadığı gerçeği ile birlikte, İslami grupları salt mezhepler ayırımı üzerinden okumanın da sağlıklı bir yöntem olmadığı ortaya çıkmıştır. Şöyle ki, Arap ayaklanmalarının başladığı Tunus’ta Raşid Gannuşi liderliği altında bulunan ve ılımlı İslamcı olarak niteledirilen El Nahda Hareketi (Rönesans Partisi) 2011 seçimlerinin ardından 217 sandalyelik mecliste 89 sandalye kazanarak hükümeti tek başına kurma yetkisi almış olmasına rağmen üçlü koalisyona giderek uzlaşmacı bir tavır sergilemiştir. Gannuşi, ayrıca, Mısır İhvanından farklı olarak İslam ve demokrasi uzlaşısına güçlü şekilde vurgu yaparak Şeriat devleti yerine sivil devlet kavramını tercih etmiştir. Örneğin, Gannuşi, “Devletin dini olmaz, vatandaşın olur” ifadelerini kullanarak Nahda’nın artık sadece bir İslami hareket olmadığına, ülkeyi yönetmeye talip bir siyasi parti olma yolunu seçtiğine vurgu yapmıştır.
Bu dönemde bir başka önemli gelişme ise, bölgedeki sınırların önem ve işlev kaybına uğraması olmuştur. Hızla yükselişe geçen IŞİD (Irak ve Şam İslam Devleti) ve al-Nusra (El-Kaide’nin Suriye kolu) gibi devlet-dışı aktörler yeni güvenlik algıları yaratamıştır. Özellikle, IŞİD’in –uluslararası sistemde ilk kez– toprak hâkimiyeti talebi, bölgede hali hazırda sorgulanmakta olan yapay sınırlara meydan okumaktadır. Bu durum da, devlet merkezli olarak inşa edilen uluslararası sistemin/toplumun terörizmle ve devlet-dışı radikal gruplar ile mücadelesine ket vurmaktadır.
Hiç unutmam, bir keresinde Orta Doğu’yu kendine has bir dil ile yazan ve anlatan sevgili Ayşe Karabat şöyle demişti; “Orta Doğu coğrafyası tarih boyunca hiç bu kadar karmaşık olmamıştı”. Süregelen Arap-İsrail uyuşmazlığına, Filistinli mülteciler sorununa ve ABD’nin Irak’a müdahalesinin yarattığı açmazlara ek olarak, 2011’den bu yana yaşanan Arap ayaklanmaları, Rusya’nın Suriye savaşı ile bölgede konumlanışı, IŞİD ve El Nusra gibi devlet dışı örgütlerin artan etkisi ve bölge güvenliğini tehdidi, bugün reel politik bakış açısından bakıldığında Orta Doğu coğrafyasının demokrasiden çok istikrara ihtiyaç duyduğuna işaret etmektedir. İstikrarın, demokrasi ve insan hakları gibi evrensel norm değerlerinin önüne geçtiği bu dönemde, Doğu ve Batı arasında bir diyalog zemininin oluşturulmasına ihtiyaç duyulmakta olduğu aşikârdır. Hem Oryantalist hem de Oksidentalist bakış açılarının bölgede ve hatta dünya ölçeğinde farklı kimliklerin tanınması karşısında oluşturdukları direnç sürdükçe IŞİD ve benzeri radikal örgütlenmeler zemin bulmaya devam edeceklerdir. Paris’ten İstanbul’a, Brüksel’den Tunus’a dünyanın en güvenli sayılan şehirlerinde patlayan bombalar ve yitirilen canlar, bugün Orta Doğu’da yaşanan mezhepsel çatışmaların, mülteciler dramının ve insan hakları/demokrasi sorununun salt Orta Doğu sorunu olmadığını gözler önüne sermiştir. Günümüz küresel dünyasında insan hakları ihlalleri ve demokrasi-özgürlük gibi meseleler Doğu’ya ait sorunlar olarak algılanmaktan öteye geçilerek sosyo-ekonomik ve politik olarak üretilen ‘biz ve onlar’ retoriğinin ters yüz edilmesi ile çare bulabilecektir.