Karma bir köy olan Vasilya’da dünyaya gelen Dorothy Allen, 1950’li ve 1960’lı yıllara ait hatıralarını kaleme almakta olduğu bir sosyal medya sayfası yarattı… Bu sosyal medya sayfasının adı “Çocukluk Hatıraları – Kıbrıs’ın bir köyünde ve sonra da Büyük Britanya’da büyümek…” adını taşıyor…
Dorothy, ailesiyle birlikte Kıbrıs’tan İngiltere’ye göç ettiğinde henüz 11 yaşındaymış… İngiltere’de yazıldığı okulda Dorothy’nin adı olan “Orthodoksiya”yı teleffuz edemiyormuş İngilizler, Kıbrıs’ta da Larnaka’da babasının ailesi ona “Dorothy” diyormuş – böylece İngiltere’deki okul yönetimi onu Orthodoksiya’nın İngilizce tercümesi olan Dorothy adıyla okula kaydetmiş… Bu nedenle “Dorothy” adını kullanıyor 11 yaşından bu yana…
Dorothy Allen, “Çocukluk Hatıraları” sayfasında hem kendi hatıralarını ve eski resimlerini paylaşıyor, hem de başkalarının çocukluk hatıralarını paylaşmaları için bir platform oluşturmuş bulunuyor...
VASİLYA’DA MUHTEŞEM BİR ÇOCUKLUK...
“Vasilya köyünde doğdum ve tüm samimiyetimle şunu söyleyebilirim ki muhteşem bir çocukluğum oldu...” diyor. “Vasilya, karma bir köydü ve Paska zamanı kiliseyi ister Hristiyan, ister Müslüman olsun, tüm köyülülerin doldurduğunu hatırlarım... Sonra Britanyalılar “Böl ve Yönet” uygulamalarıyla geldiler ve ondan sonra da insanların karışıp kaynaştıklarını görmedim. Kaynaşanlar varsaydı, bunlar ancak birkaç çiftti...” diye anlatıyor.
“Annem hepimizin insan olduğumuzu, farklı isimlere sahip olsa da, tek bir Tanrı’nın bulunduğunu anlatırdı bize” diyor.
Doğal bir yazma yeteneği olan Dorothy, ekmek pişirmek ya da annesinin kendisi için bir buppa (bebek) yapması gibi gündelik şeyler hakkında yazıyor, herkes onun yazılarını çok beğeniyor, yazma biçimi çok etkileyici, ister komik, isterse hüzünlü hatıralarını paylaşıyor... Bugün kendisinden izin alarak Dorothy’nin hatıralarının bir kısmını Türkçeleştirerek okurlarımızla paylaşmak istedim... Dorothy Allen, şöyle yazıyor:
KÖFTE...
“1950-1960...
Evimizde herkes köfteyi seviyordu. Aslında ben de seviyordum.
Ancak o geçmiş günlerde esas sorun, kıymanın zor bulunan bir şey olmasıydı...
Köyümüzde bir kasap dükkanı olduğunu hatırlamıyorum ancak annemin iki eniştesi vardı ki onlar kasaptılar...
Kızkardeşi Annu’nun eşi Maşeridis ile Ellu’nun eşi Klatças, kasap idiler...
Annem eline bir parça et ve iki bıçak alıyor ve eti tekrar tekrar kesip doğruyordu, ta ki kıyma şeklinde kullanılabilecek küçüklüğe erişinceye kadar doğramaya devam ediyordu...
Patatesler ayıklanıyor, soğanlar ayıklanıyor, ekmek, yumurta, kuru nane ve deniz tuzu ile öğütülmüş karabiber masada hazırlanmış oluyordu...
O zaman annemden bize bir hikaye anlatmasını rica ediyordum!
Annem patatesleri ve soğanları rendelerken, her zamanki hikayelerinden birini anlatmaya başlıyordu – bu hikayelerde fakir anneler, evlatlarına yiyecek bulmakta zorluklar yaşıyordu...
Ekmek kırıntılarını etin üstüne koyuyor, sonra da kıyma haline getirdiği ete rendelenmiş patates ve soğanları ekliyordu.
Hikayeye göre fakir bir kadın vardı, evinin yakınında yaşlı bir komşusu vardı – en büyük oğluna gidip bu yaşlı adamdan yiyecek alabilmek için ödünç para istemesini istiyordu...
Annem yumurtaları ve baharatları köfte karışımına ekleyince, bu koku bizi acıktırıyordu, annem hikayesini anlatmaya devam ediyordu...
Fakir kadının oğlu yaşlı adama gitmiş, ona ödünç para verip veremeyeceğini sormuş.
Yaşlı adam, duvarda yerinden oynamış bir taşı işaret ederek, bu taşı yerinden çıkarırsa orada para bulacağını, bunu alabileceğini ancak ödünç aldığı parayı geri ödeyeceği zaman aynı yere koyması gerektiğini söylemiş oğlana...
Annem köfteye tuz ve biber ekledikten sonra, köfte harcı, pişirmek için hazır olmuş olurdu...
Bir tavaya yağ koyduktan sonra bizlerin de kavuracağı köfteleri şekillendirmekte kendisine yardım etmemize izin veriyordu.
Bir kez yağ kızınca, o zaman köfteleri kavurmaya başlıyordu...
Ve hikayesine devam ediyordu: Bir ay kadar sonra oğlan, yaşlı adama giderek ödünç almış olduğu parayı, yerinden oynamış taşın arkasına koymuş... Bu durum epeyi bir süre böyle gitmiş. Oğlan ödünç para alıyor, sonra da götürüp yerine koyuyormuş.
Köfteler kavrulduktan sonra sırada patateslerin kavrulmasına geliyordu, kızkardeşim de salatayı hazırlıyordu...
Oğlan, yaşlı adamın herhalde bu paraya ihtiyacı olmadığını düşünerek neden o parayı yerine koyayım diye düşünmüş ve ödünç aldığı parayı yerine koymamış...
Annem hikayesini anlatırken, masa da hazırlanıyordu...
Oğlan tekrar yaşlı adamın yanına giderek duvardaki taşı kaldırmış ancak bu kez orada para yokmuş. Yaşlı adama, taşın arkasında para olmadığını söylemiş.
Yaşlı adam da bir önceki sefer ödünç aldığı parayı oraya geri koyup koymadığını sormuş.
Oğlan da parayı koymadığını, ihtiyarın buna ihtiyacı olmadığını düşündüğünü ve parayı oraya geri koymanın pek bir anlamı olmadığını düşündüğünü söylemiş.
Yaşlı adam da ona, eğer o parayı geri ödemek için yerine koymuş olsaydı, o zaman o paranın oğlanı orada bekler olacağını söylemiş.
Hepimiz masaya oturup yemeye başlıyorduk bu arada...
Annem de bizlere bu hikayeden ne gibi bir ders çıkardığımızı soruyordu...
Kardeşim Panayotis, “Eğer birşeyi ödünç aldıysanız, geri vermeniz gerekir” diyordu...
O yerken, Stellakis ona “Anthulla’ya bak” diyor ve çatalıyla Panayiotis’in patateslerini aşırmaya başlıyordu – Panayotis tabağındaki patatesleri Stelyos’un aşırdığını fark edemiyordu... Hepimiz gülüşüyorduk...
Stellaki, kavrulmuş patatesi o kadar çok severdi ki, her gün bulsa, her gün kavrulmuş patates yerdi...”
TÜRK MAHALLESİ...
“1960...
Dağların yukarılarında olan köyümüzün Türk mahallesine gitmem yasaktı...
İki tarafın neden birbirlerinden nefret ettiklerini hiçbir zaman anlayamadım...
1954 yılının Paska dönemine kadar, kilisede Türkler’le Rumlar’ın yanyana durduklarını hatırlarım...
Tüm düşmanlık, İngilizler köye geldikten sonra başlamıştı...
Neler olup bittiğini bilmem, siyaseti izlemek için çok küçüktüm...
Kelleci’nin tavernasına gittiğimi ve bu tavernanın karşısında dar bir geçit olduğunu hatırlarım...
Bu geçitten geçerek yukarıya doğru yürüdüm, ta ki Türkler’in evlerine varıncaya kadar...
Vardığım ilk evde bana Rumca olarak annemle babamın kim olduğunu sordular.
Onlara Mirianthi’nin kızı olduğumu söyledim.
Türk tarafında ne işim vardı diye sordular...
Ben de aradaki farkı görmek istediğimi söyledim.
O evdeki kadın içini çekti ve din dışında arada hiçbir fark olmadığını söyledi.
Paska için eskiden kiliseye gidip gitmediğini sordum, o da bana köylülerin çoğunun eskiden Paska dönemi kiliseye gittiklerini ancak bu durumun Yunanistan’la Birleşme (Enosis) isteği ortaya çıkınca değiştiğini anlattı. Başka bir şey isteyip istemediğimi sordu kadın. “Hayır” dedim ona... Kadın da bana lütfen doğrudan eve gitmemi, yakalanırsam durumun tehlikeli olabileceğini söyledi.
Korkmuştum ve ona kimler tarafından tehlike altında olacağımı sormadım.
Eve dönünce anneme Türk tarafına kadar gittiğimi anlattım, o da bana kızdı...
Annem bana her iki tarafta da herkesin kötü olmadığını ancak herkesin iyi de olmadığını anlattı. O hanımın anneme selam gönderdiğini anlattım, annem de bana birbirlerini çok iyi tanıdıklarını söyledi. Annem bana bir daha bunu söylemeyeceğini ancak hiçbir zaman oraya gitmemem gerektiğini tembihledi...”
PANCAR BÜYÜTMEK...
“1955...
Bu sene annem arka bahçemizde patates, soğan, pancar ve sarmısak yetiştirmeye karar verdi...
Arka bahçemizde bir zeytin ağacımız, bir de sedir ağacımız vardı... Bahçemizin geriye kalanında iki badem ağacımız, mandarin, portokal, ekşi, ve biri siyah, biri de beyaz incirler veren iki incir ağacımız vardı. Nar ağaçlarımız, Sevilla portokalı veren bir portokal ağacımız, bir defne ağacımız, güllerimiz, yaseminimiz ve başka bazı ağaçlarımız daha vardı ama onların adını bilmezdim.
Annem gül yapraklarını toplayarak gülsuyu yapardı, Sevilla portokalı veren ağaçtan da portokal çiçeklerini toplayarak çiçek suyu yapardı... Özel bir kapağı ve uzun bir borusu olan bir tür damıtma aleti kullanırdı, kokulu çiçek suları bundan damlardı... İşi bitince bunları şişelere koyar ve bazı şişeleri kızkardeşlerine verirdi.
Sebzeleri toplar, sepetlere ve köfünlere koyar ve bunları nenemin evinde saklardık...
Bir gün babam çok üzgündü, ağlamaklıydı... Annem, babamda iç kanama olduğunu düşünerek kaygılıydı... Allah’a dua etmeye ve kocasını almasın diye ona yalvarmaya başlamıştı...
Babam öğle uykusundan kalkınca ona susması için bağırmaya başladı. İç kanaması falan yoktu, pancarların işiydi bu!
“Be kadın, her Allah’ın günü pancar pişirin, golayandrolu pancar salatası yapan, yumurta ve patates kaynatıp pancarla salata eden, Allah’ın belası pancar! Yetişir artık! Bir haftadır her gün pancar yerik!”
Annem ise babamın henüz ölmeyecek olmasından çok memnun kalmıştı...”
BUPPA BEBEKLER...
“1954-1955
Annemin yukarıda, kapı çerçevesinin tepesinde asılı seramikten bir bebeği vardı, ona ameliyatlı diyordu...
Bebeğin entarisini kaldırarak bana bebeğin yaralarını gösteriyor ve bu bebeğin çok narin olduğunu, onunla oynayamayacağımı söylüyordu...
Gelecek sefer kumaş biçtiğinde, bana da bir buppa bebek yapmaya söz verdi.
Annem köyün terzisiydi...
Nihayet o gün geldi ve annem bana, buppa bebeğimi yapacağımızı söyleyerek bana çağırdı...
Çıraklarına öğrettiği gibi bana da neyi nasıl ve neden yapacağımızı anlatmaya başladı.
Önce bahçeye çıkıp bebeğin kolları olacak değnekler bulmalıydım...
Gözlerini ve dudaklarını çizmek için kalem boyalar bulmalıydım...
İçini doldurmak için yün bulmalıydım...
Söylediği şeyleri buluncaya kadar çok yorulmuştum.
Sonuçta beyaz kumaştan kare şeklinde bir parça kesti.
Sonra da buppanın eşarbı olacak güzel, desenli bir kumaştan bir parça daha kesti...
Kare şeklindeki beyaz kumaşla işe girişti... İçini yünle doldurunca, elindeki şey bir ahtapota benzedi, sonra da iplikle bağlamaya başladı... Sonra değneği ve yünleri kullanarak buppanın kollarını yapmaya başladı.
Kahverengi renkli kalem boyayla, saç horşasını çizdi. Buppanın kaşlarını ve gözlerini çizdi, iki de siyah nokta koyarak burun deliklerini tamamladı. Buppanın kırmızı renkli dudakları onu bir jokere benzetmişti şimdi geriye dönüp düşündüğümde...
Sonra da o güzel kumaşı katlayarak buppaya bir eşarp yaptı...
Bu gördüğüm en güzel bebekti. O kadar mutlu olmuştum ki...
Buppamı herkese gösterdim, annem yoğurt yapmak üzere keçiyi sağarken, keçimize de gösterdim buppamı, keçimiz de onu yemeye çalıştı!...”