DÜNDEN BUGÜNE

Akşamın alaca rengi gecenin karanlığına yol alırken, radyonun klasik müzik kanalından yayılan eski bir şarkıyla düştüm geçmişin sisli yollarına

     

      Akşamın alaca rengi gecenin karanlığına yol alırken, radyonun klasik müzik kanalından yayılan eski bir şarkıyla düştüm geçmişin sisli yollarına. “Akşam dönüşü geçtim o esrarlı bağından, bir gül koparıp kalbime taktım yanağından…”

     O günlerden bu günlere zaman mı  geçti, biz mi geçtik,birlikte mi geçtik?. Nasıl geçtikse geçtik de ille ki anılarımızı da peşimizden sürükleyerek geçtik. Belki de ulaştığımız yerin ve zamanın hoşnutsuzluğudur anılarımızla avunmamızın müsebbibi. Kim bilir?..

      Dünyada iklimler dâhil, her şeyin değiştiği günlerdeyiz. Bu değişimde insan da en başta rolünü aldı. Esasen dünyayı değiştiren de insan değil midir? Doğanın değişmesi her ne kadar Tanrı’nın işiyse de –ki öyle bir kavram bile şüpheli- insanın bu değişimdeki rolü yadsınamayacak kadar büyük. Hor kullandığımız doğanın isyanı değil midir meselâ yağmursuzluk!. Veya bir türlü kış gelmedi diye yakınırken aniden bastıran ve sel felaketlerine neden olan sağanak yağmur!. Toprak ürün vermiyorsa eskisi gibi, bunun sebebi onu hor kullanmamız, bakımsızlık ve hep vermeden alma hırsımız değil midir? Kuşlar bile mevsimsiz göç yollarına düşmüşlerse yollarda telef olmayı av tacizlerine yeğ tutarak, bunun da suçlusu biziz. Tüm doğayı isyan ettirdik sonunda ve bunun sonuçlarına katlanmak da yine bize düştü. Hiç yakınmayalım yediğimiz her şey hormonlu, pazardan aldığımız domates, salatalık lezzetsiz diye. Hele kırlarda, bahçelerde artık kuş sesleri duyulmuyor diye hiç hayıflanmayalım. Çünkü her şey bizim eserimiz. Doğa gücendi, küstü, bizden illallah çekti.

     Ya kendi aramızdaki ilişkilere ne oldu? Hani nerede o rafa kaldırdığımız komşuluklar, dostluklar? Yabancı mı geliyor artık kulağımıza bu kavramlar? O dereceye geldik mi sonunda? Tek tük kaldı artık yolda selamlaştığımız insanlar. Kalanların da her biri kendi âleminde. Kimsenin kimseyi görecek hali yok. Yardımlaşma yok, empati yok; bir “bana ne” ciliktir aldı başını gidiyor. Nostalji oldu artık bir akrabanın veya bir arkadaşın evinde karşılıklı oturup birer kahve içmek, sohbet etmek. Bu yüzden o zor günleri; savaş yıllarını bile özlüyoruz zaman zaman. Çünkü o zamanlarda dostluk, kardeşlik, ayni ideali paylaşma ve birlikte mücadele etme ruhu taşıyorduk.

     Teknolojinin de bu bozulumdaki rolü büyük. Yararları her ne kadar sayılamayacak kadar çoksa da, zararları da o kadar çok. Son otuz yılda başta ABD ve Avrupa’da olmak üzere yapılan araştırmalarda; elektromanyetik alanların çok sık etkisinde kalan insanlarda alzheimer , parkinson  ve daha başka nörolojik hastalıkların normal yerlerde yaşayanlara göre arttığı; bir başka araştırmada (İsveç’te) cep telefonları ile yapılan iki dakikalık görüşmenin bile ciddi sorunlar yaratabileceği; kandaki zararlı toksinlerin ve proteinlerin beyine girmesini engelleyen savunma sistemini devre dışı bırakmaya yettiği; bunun da Alzheimer, Parkinson, multiple sclerosis  gibi sinir sistemi hastalıkları oluşma riskini artırdığı ortaya konuldu.  Bunları ve daha birçok olumsuzluklarını bilmek, teknolojinin hayatımıza sağladığı kolaylıklardan vazgeçip eskiye dönmek anlamına gelmese de onu bilinçli ve dozunda kullanmak gerekliliğini ikaz ediyor.

    “Baz İstasyonları”  daha da büyük bir sorun. Bu istasyonlar cep telefonlarına göre daha az etkilenime yol açmakla birlikte sürekli yayım yapmaktadırlar ve bunların uzun sürede insan sağlığına ne gibi zararlar verebileceği meçhul… “ Baz istasyonlarının yaydığı elektromanyetik dalgaların insan sağlığına etkilerine yönelik bilimsel veriler yetersiz olmakla birlikte kanser gibi önemli hastalıklara yol açabilme olasılığını gösteren bilimsel kanıtlar giderek artmaktadır. İngiliz Hükümeti 2003 yılında bu istasyonların yakınında yaşayan çocuklarda lösemi ve diğer kanserlerle ilgili çalışma başlatmıştır. Başka ülkelerde de baz istasyonlarının yaydığı radyasyonun yan etkileri araştırılmaktadır. Bütün bu nedenlerle, etkileneceği kuşkusu duyan kişiler olması durumunda baz istasyonlarının toplum sağlığına zararlı olabileceği kabul edilmeli; kurulum yerleri toplumun en az zarar göreceği şekilde belirlenmelidir.” (  Kıbrıs Türk Tabipler Birliği’nin bu konuyla ilgili yazısından alınmıştır.)Peki de bizim küçücük adamızda bu önerilere uyuluyor mu?..Maalesef!...

    Geçenlerde Yeşilpınar’daki  aile dostlarımızı ziyarete giderken yolda çok güzel bir palmiye ağacı gördük. Yalnız bu ağacın hem boyu çok uzundu hem de gövdesi biblo gibi pürüzsüzdü. Tepesinde sallanan yapraklar da bir tuhaftı. Durup incelemedik.  Varacağımız yere gelip de arabadan indiğimizde gördüğümüz manzara daha da tuhaftı. Metrelerce uzun bir sütunun üzerinde sütunla orantılı olamayacak kadar küçük bir tabelâ vardı. Ev sahiplerine sormadan edemedik gördüğümüz bu iki tuhaflığı. Meğer ikisi de kamufle edilmiş baz istasyonlarıymış ve ikisi de ayni şahsın parkı içindeymiş.  Oysa o park güzel vakit geçirmek, dinlenmek ve eğlenmek için ailelerin, çocukların devamlı gittiği bir yer. Çevrede yaşayanlar ve özellikle de söz konusu parkın hemen yanında tatil köyü olan dostlarımız çok dertliymiş bu konuda çünkü bu istasyonlarla ilgili bütün kurumlara sözlü ve yazılı yaptıkları  şikâyetler netice vermemiş; palmiye ve tabela aldatmacasıyla kurulan bu baz istasyonları orada durmaya devam etmiş. Memleketin haline, insanların bu denli duyarsızlığına ve sorumsuzluğuna içerlememek mümkün mü?..

      Bir zamanlar “mektup” denilen bir haberleşme aracı vardı. Sabır ve ümit demekti mektup. Yaşama sevincini canlı tutan bir duyguydu mektup beklemek. Sevinirdik eskiden mektup dağıtan postacıları görünce. Şarkısı bile vardı, çocukların dilinden düşmeyen. Oysa şimdi nerdeyse ürküyoruz onlardan çünkü sadece devlet dairelerinden, mahkemelerden gelen resmi evrakları dağıtıyor postacılar. Varsa yoksa cep telefonları. Yolda, arabada, olmadık yerlerde aç cep telefonunu, istediğin kadar konuş. Bir dakikada  işi bitir.Bir dakikada küs, barış, kavga et..Görüşmeye gerek yok ,telefonla her şey tamam.Aslında zararlı olan o değil bizleriz.Kolaya o kadar çabuk alışıyoruz ki neleri yitirdiğimizi anlayıp içimiz “cız” ettiğinde  geriye dönüş pek mümkün olmuyor.     

      Bilgisayar ve internet telefondan da beter. Hele çocuklar ve gençler adeta bu olağanüstü mucizenin esiri. Karanlık odalarda oturup habire bir ekranla uğraşıyorlar. Gözleri bu yüzden erken bozuluyor. Sadece gözleri mi? Ayni pozisyonda oturmaktan vücut şekilleri dahi zamanla bozuluyor. Sağlıksız bir renk alıyor tenleri. Konuşma özürlü oluyorlar zamanla çünkü ekranda kısa cümlelerle “çat” yapıyorlar. Hem de sözlüklerde hiç rastlanmayan, kendi icatları kelimelerle.  Doğayla adeta küs gibiler. Neredeyse kuzunun keçinin ne olduğunu internetten öğrenecekler. Bu yüzden onlar için üzülüyorum.

      Koyun kuzu dedim de yıllar önceki bir olayı hatırladım. Olay da değil aslında. Komik bir anı!  İstanbul’dayım. İyi görüştüğümüz bir komşumdayım. ilkokula giden kızları Fatma Nur okuldan yeni dönmüş, bir heyecanla annesinden kuzuyu yedirip yedirmediğini soruyor ve yedirmediğini öğrenince telaşla odasına koşuyor. Bunlar evde kuzu mu besliyorlar diye şaşırmış vaziyette tam sormaya hazırlanırken, Fatma Nur ağlayarak odadan fırlıyor ve yedirmediği için annesine sitem ederek kuzunun öldüğünü söylüyor. Ben telâşla kuzuya bakmaya koşarken annesi arkamdan gülerek sesleniyor kuzu muzu yok diye. Meğer sanal bir şeymiş o.Hala da tam neydi adı bilmiyorum. Küçücük sembol gibi bir şeydi hatırladığım kadarı ile.Oysa çık kırlara kuzunun hasını gör.. İşte; bunlardan mahrum oldukları;  kendilerini bilgisayara, internete ve sanal şeylere mahkûm ettikleri için üzülüyorum körpecik beyinlere ve çocuklara.

    “Zaman sana uymasa sen zamana uy” sözlerini bu bağlamda mantığım kabul etmek istemiyor ve başka bir cümlede; “Herşeyin aşırısı zarar” da karar kılıyor.

 

 

 

 

 

                                              

Arşiv Haberleri