Bu satırları yazmaya başlamak, boğazımda düğümlenen tüm duygusal tepkilere söz geçirmek kadar güç!
Bu satırları yazmayı düşünmek, “loş ve tekinsiz” dünya tarihinde, zamanı ve mekânı ortadan kaldırmak gücüyle karşı karşıya gelmek gibi!
Bu satırları yazarken elinize aldığınız kitabın sayfaları arasında “sürgün ve gezgin” bir yolculuğa çıkacak kadar, sınırsızca dünyaya kafa tutmayı ve tüm maddi değerleri alt üst etmeyi istemek gibi!
“İnsana özgü kavramlar” ile “insana özgü eylemler” arasına sıkışıp kaldı kelimeler…
Suç.
Ceza.
Adalet.
Nefret.
İhtiras.
Tüm bu kavramların gölgesinde büyüttüğü ve bilediği kılıcını bir insanı öldürmek için ilk kim kullanmıştı?
Sahi ne zaman başladı insana özgü eylemler: savaşlar, katliamlar, cinayetler?
Kim başlattı?
Niçin başladı?
Neden devam etti?
Bu satırları yazarken, kıyıya vuran küçücük bedeninin sığdığı (?) fotoğraftan çekip almak istediğim 3 yaşındaki Kobanili Alyan El Kurdi hep gözlerimin önünde: Popüler bir sahilde, yüzükoyun yatan, cansız küçücük bir çocuk bedeni… Savaştan kaçarken sığındıkları tekneyle, denize açılan, Avrupa’da güvenliğe, daha doğrusu “Umut”a ulaşmaya çalışırken ölen Suriyelilerden biri…
Bu kaçıncı, ölüm?
Bu kaçıncı, batan tekne?
Bu kaçıncı, denizin karanlık sularına gömülen umutların donup kaldığı parmakların bize dönen avuç içleri?
Bu kaçıncı, “insana özgü eylemler” uğruna, dünyaya doyamadan, gülücüklerini fotoğraflara bırakarak, “siyaset”in giydiği, hırstan biçilen “gulyabani” kıyafetinin örttüğü yaşamlar?
Bu kaçıncı ha?!
Dünya üstündeki milyonlarca kişi fotoğrafın basına yansımasıyla birlikte öncelikle, “basında yayınlanıp-yayınlanmaması” etiğine takılı kaldı!
Hâlbuki akla gelen ilk “gerçek” hem de tüm çıplaklığıyla “görünen gerçek” şu olmalıydı: Bu fotoğraf “SAVAŞ” demek!
Fotoğraf, küçücük bir dünyada yaşayan insanların (minik yaratıkların-Zülfü Livaneli’nin deyimiyle) savaşlarla, cinayetlerle, işkencelerle, haksızlıklarla, adaletsizliklerle ve de özgürlükleri kısıtlayıcı faşist eylemlerle birbirlerinin yaşam hakkını, yaşama özgürlüğünü nasıl elinden aldığının gerçeğiydi.
Bu fotoğraftan öylesine çok var ki!
Ve bu fotoğraftaki çocuklardan…
Aylan’ın adını öğrendik, bildik, dramına yaşamına bazı “popülist” medya kalemlerinin cümleleriyle ulaştık.
Ya görünenin ardındaki “gerçek” gerçek/ler?
Son dört yıldır “Umut”un peşine düşüp, son kuruşlarına varıncaya kadar harcayarak, insani koşullardan yoksun küçük teknelerin/gemilerin ambarlarına kilitlenerek, gecenin karanlığında, tehlikeli yolculuklara çıkıp, daha karaya varmadan ölüme terk edilen, karanlık sulara gömülen teknelerinden umudun kollarına melek kanatlarıyla konan insanlar… Aynı gökyüzü altında yaşıyoruz, hepimiz…
Sabahın ilk ışıklarıyla güneşin altında küçücük bedeni ile hepimizin gözüne “İşte savaş bu!” diyebilmek için mi öldü Aylan?
Bu satırları yazarken, gözlerimin önündeki yüzlerce Aylan’ın bakışlarıyla, aklımı ele geçiren sorular içinde, tıpkı denizde yaşam mücadelesi veren tüm umut insanları gibi boğulmamak için uğraş veriyorum. Hayatta kalabilmenin fiziksel uğraşı ile düşünsel boyut, dünyanın dört bir yanında her geçen gün biraz daha “barış”ın sesini kısıp, kendi gürültülerini “savaş füzeleri”ne yükleyip, dünyanın üzerine boca edenlerin timsah gözyaşı döktüğü görüntülerine, klişe sözlerine karışıyor.
İktidarlar “hayatta kalabilmek” adına, “Kendi Çocukları”nı yiyerek, gözyaşı döküyor.
Her ay en az 200-250 sığınmacının, trajik bir sonla, daha umudun güneş ışınlarını dahi göremeden öldüğünü, ölüme gönderildiğini “gürültünün” merkezindekiler (hükümetler/iktidarlar) bilmiyor mu?
Savaşlar, cinayetler, işkenceler, kapital hırsı, dünya kaynaklarına sahip olma gibi iktidar ve güç hastalıkları, tüm dünyanın hükümetlerini, eline silahı alıp mertliği bozanları gırtlak gırtlağa getirmiş durumda…
Hal böyleyken Aylan’ın artık nefes almayan, sırtını güneşe vermiş küçücük bedeni, hangi “gulyabani”nin kalbini yumuşatabilir ki?!
Bu satırları yazarken, yanıma yaklaşan Umut, yutkunarak sadece şunu sorabildi:
“Anne, gördün mü?”
Tek kelime çıkabildi dilimden ve boşluğa savruldu:
“Gördüm.”
Umut, daha cesaretliydi. Tek kelimeden çok, cümlelerle baktı annesine…
“Siyasetlerin boğduğu çok gürültülü bir dünyada yaşıyoruz; anne!”
***
Bu satırları yazmayı bitirdim.
Ve fakat…