Dünya’da bu yılın en önemli seçimi

Konuk Yazar

Ekim MEHMET İNCİRLİ

Bu yıl, Türkiye'nin tek güçlü adamı için planlandığı gibi gitmedi. Yirmi yıl görevde olan Recep Tayyip Erdoğam, İstanbul Belediye Başkanlığı, başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı sonrası işini kaybetmek üzere olabilir.

Erdoğan, inanılmaz stratejik ve ekonomik öneme sahip bir ülkede, demokrasinin kademeli olarak tasfiye edilmesine başkanlık etti.

14 Mayıs 2023 günü, Dünya’nın en önemli seçimi gerçekleştirilecek… Bu seçimde, Türkiye'de demokrasinin hala güçlü olup olmadığı belirlenecek.

Bu yıl modern Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 100. yıl dönümü. Erdoğan'ın, güçlü bölgesel gücünün Dünya sahnesinde yerini almasını umduğu noktayı işaret etmesi gerekiyordu. Ancak 100. yılını kutlayarak yeniden seçim yapma planları, Şubat ayında Türkiye'nin güneydoğusunu kasıp kavuran ve 50 binden fazla insanı öldüren yıkıcı bir depremle ağır bir darbe aldı.

Benzer şekilde yıkıcı bir deprem en son 1999'da olmuştu ve Erdoğan hapisten yeni çıkmış, dini nefreti kışkırtmaktan hüküm giymiş ve kamu görevlerinden men edilmişti. Ülkeyi yöneten laik seçkinler tarafından derin bir güvensizlik içindeydi, ancak deprem karşısında duyarsızlıkları ve beceriksizlikleri nedeniyle yetkili kişileri azarlamakta başı çekti. Halkın ruh halini yakalayarak İslamcı partisini üç yıl sonra ulusal seçim zaferine taşıdı.

Bu kez deprem bölgesinde ucuza inşa edilen inşaat projelerinde yıkıcı yolsuzluk iddialarıyla sarsılan kendi otoritesi oldu. Bağımsızlıklarını kaybeden devlet kurumları binlerce bina çöktüğünde tepki vermemekle – geç kalmakla eleştirildi.

Herhangi bir hükümet Şubat depremi ölçeğinde bir felaketle baş etmek için mücadele ederdi, ancak Erdoğan zaten aşırı enflasyondan muzdarip bir ekonomiye başkanlık ediyordu. Enflasyon, 2022 yılı Ekim ayında yıllık yüzde 85 ​​ve geçtiğimiz Mart ayında yüzde 50'nin üzerindeydi. Bunun yanısıra çok ağır düşüşte olan Türk Lirası da var.

Kısacası Cumhurbaşkanı ciddi bir baskı ile karşı karşıya. Kurmuş olduğu ve tek adam otoritesiyle yönetmekte olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) bir seçim makinesi haline gelmişti. Ancak şimdi, 14 Mayıs'ta gerçekleşecek olan cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleriyle (olması muhtemel 28 Mayıs'ta ikinci tur ile birlikte), kurulduğu tarihten bu yana ilk yenilgisi alma ihtimaliyle karşı karşıya geldi.

Dünya’nın neredeyse tamamı bu seçim sürecini yakınen takip ediyor. Türkiye'nin stratejik konumu onu her zaman önemli kıldı. Ancak Erdoğan Rusya'nın Ukrayna'yı işgali sırasında her iki tarafa da oynadığı için şimdi her zamankinden daha önemlidir. Geçen yıl Türkiye, dünya gıda kaynakları için hayati önemde görülen Ukrayna tahılının ihracatına izin veren bir anlaşmaya aracılık etti; büyük bir düzenli ordusu olan bir NATO üyesidir, ancak müttefiklerinin aksine Rusya ile pek çok ekonomik bağı vardır.-

Türkiye, Suriye ve Kuzey Irak ile olan değişken sınırları boyunca kontrol ettiği etki alanıyla Orta Doğu'da da önemli bir güçtür ve göçten ticarete, uzun süredir ertelenen AB üyelik başvurusuna kadar çeşitli konularda Avrupa ile karmaşık ilişkisi sürekli değişir haldedir ve öngörülemez durumdadır.

Bu seçim, hem iç siyaset açısından hem de jeopolitik öneme sahip bir seçimdir. Sonuç, Türkiye'nin kendi sınırlarının çok ötesinde önemlidir. Sonuç iç işlerinde ne kadar olumlu etki yaparsa, dış ilişkilerde o kadar zarar görebilir bir sonuç olabilecektir. Erdoğan kaybederse, yumuşak bir yetki devri gerçek bir sınav olacaktır.

Erdoğan, yirmi yıllık rakipsiz bir otoritenin ardından, özellikle Batı'da tartışmalı ve bölücü bir uluslararası figür haline geldi. Ancak, artık geniş çapta - haklı olarak - liberal olmayan bir otokrat olarak kabul edilen bu adamın 2003'te demokratik yenilenme vaat ederek göreve başladığını unutmak kolaydır.

Başbakan olarak ilk iki yılında, seleflerinin yirmi yılda başardıklarından daha fazla demokratik reform gerçekleştirdi.

Ayrıca, ekonominin kontrolünü silahlı kuvvetlerin ve İstanbul merkezli küçük bir elitin elinden alarak ülkeyi daha da zenginleştirdi.

Ülke çapında ekonomi, taşra şehirlerini küresel imalat merkezleri haline getirdi ve hepsi hızla büyüdü. Hareket halindeyken seviye atlıyordu. Bana göre, Erdoğan dönemi erken çekicilik kazandı ve bunu anlamak kolaydır.

Yurt dışında da itibarı arttı. Onlarca yıllık laik yönetimin ardından iktidara gelen İslamcı bir siyasetçi olarak, Batı'daki pek çok kişinin başlangıçta memnuniyetle karşıladığı bir yaklaşımı vardı: "Din, hükümetin meselelerine karışmamalı" demişti o zamanlar. "Ama devlet de din meselelerine karışmamalı. Vermeye çalıştığımız mesaj bu."

2003'te komşu Irak'ı saran işgal sonrası kaos sırasında görünüşte ilgi uyandıran bir alternatif sundu. Tony Blair ve diğer Batılı liderler, onu liberal demokrasi ve İslam'ın bir arada var olabileceğinin hoş karşılanacak bir kanıtı olarak gördüler. 2005 yılında Türkiye nihayet Avrupa Birliği üyeliği konusunda resmi müzakereleri başlattı. Ancak Batı'nın sıcak kucaklaması soğudu. Bundan kısmen Avrupa Birliği de suçludur.

Erdoğan'ı yerel seviyede eleştirenlerin çoğu, Erdoğan'ın dine yaklaşımına her zaman şüpheyle yaklaşmış, O’nu sanıldığından çok daha şahin bir İslamcı gündeme sahip olmakla ve "takiye"yi uygulamakla suçlamıştı. Yani İslam'a avantaj sağlamak amacında olmakla eleştirmişti. Yerel eleştirmenler dışında çok sayıda uluslararası eleştirmen, alkol satışına getirilen kısıtlamaları, kadınların kamu dairelerinde başörtüsü takmasına yönelik eski bir yasağın kaldırılmasını ve dinin kamusal yaşamda çok daha önemli bir rol üstlenmesini endişeyle izlediler.

Erdoğan, Avrupa'nın O’nun AB başvurusunu hızlandırmak ile ilgilenmediği ortaya çıkınca, Türk milliyetçiliğinin nahoş yanlarından da yararlanmaya başladı. Erdoğan döneminin başlarında, bir nesil Avrupalı ​​siyasetçinin verdiği sözlerin bir sonraki nesil tarafından göz ardı edildiği kısa sürede anlaşıldı.

Nicolas Sarkozy ve Angela Merkel, Türkiye'nin Avrupa'daki yeri konusunda çok daha şüpheciydi.

Bölünmüş bir Kıbrıs da AB'nin bir parçası haline gelmişti ve Kıbrıs Rum hükümeti çoğumuzun çok iyi bildiği gibi, adanın kuzeyinde kendi kendini ilan eden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kontrolünü yeniden ele geçirmedikçe Türkiye'nin üyeliğini her fırsatta engellemeye kararlıydı.

Net sonuç, Türkiye'nin üyelik hedefinde herhangi bir ilerleme kaydedilmemesi ve müzakerelerin durma noktasına gelmesiydi. Avrupa'da reddedilme Erdoğan'ı kızdırdı, gururunu yaraladı. Cazibe saldırısı aniden sona erdi. Bunun yerine, “Dünya’ya karşı biz” zihniyetini benimsedi ve her türlü muhalefete karşı durarak daha hoşgörüsüz hale geldi.

Uluslararası tutumlardaki büyük dönüm noktası, İstanbul'daki Gezi Parkı'nın yeniden imarına yönelik 10 yıl önce bu ay başlayan bir dizi barışçıl protestonun şiddet kullanılarak bastırılan ulusal hükümet karşıtı gösterilere dönüşmesiyle geldi. Erdoğan, destekçilerini toplayarak ve rakiplerine baskı yaparak yanıt verdi. Kısa sürede, herhangi bir eleştirmeni hapse atmak rutin bir mesele haline geldi. Artan refah, seçimleri kazanmaya devam etmesi anlamına geliyordu, ancak iktidarda ne kadar uzun süre kaldıysa, o kadar çatışmacı hale geldi.

AB'nin 2015'te Avrupa kıyılarına gelen on binlerce mülteci ve göçmen dalgasını durdurmak için Türkiye'ye güvenmesiyle, Avrupa ile ilişkiler kötüleşerek tamamen ticarete dayalı hale geldi. Bunun ardından PKK’ya karşı harekatını da öne almıştı, yani barışı sağlama çabalarından vazgeçti.

Giderek daha fazla paranoyak görünüyorsa, belki de böyle olmak için iyi bir nedeni vardı. 2016'da Erdoğan, demokrasiyi kendi yönetiminden korumaya çalıştığını iddia eden silahlı kuvvetler içindeki bir fraksiyonun önderliğindeki başarısız bir darbe girişiminden kıl payı kurtuldu. Üzücü olaylarda 250'den fazla insan öldürüldü.

Erdoğan'ın tepkisi geniş çaplı bir tasfiye oldu: on binlerce tutuklama ve insan haklarına yönelik daha fazla baskı. Ayrıca, destekçilerinin ülkeyi düşmanlarından koruma çağrısına yanıt vermesiyle görece kolaylıkla kazandığı, her şeye gücü yeten bir cumhurbaşkanlığı kurarak anayasa değişikliğini de zorladı.

Ve şimdi bin odalı sarayında oturuyor, gücün gereçleri ve eski Osmanlı Sultanlarının hatıralarıyla çevrili, hayatta kalan büyük kişi bir sonraki hamlesini planlıyor. Ancak yapacak fazla hamlesi kalmamış olabilir. Erdoğan'ın acımasız olduğu geçmişte muhalefet dişsizdi, zayıftı ve bölünmüştü. Ancak bu yıl, çekişen muhalefet liderleri, bazen dişlerini gıcırdatsalar da anlaşmazlıklarını bir kenara bırakarak, yumuşak huylu Kemal Kılıçdaroğlu'nun liderliğinde altılı bir ittifak kurdular.

Liberalleri, milliyetçileri ve aşırı muhafazakarları içerirken, parlamento oylarının yüzde 10'undan fazlasını alabilen Türkiye'nin ana Kürt yanlısı partisi de destekçilerini Kılıçdaroğlu'nu Cumhurbaşkanlığı için desteklemeye çağırdı.

Bir seçim reklamında mütevazi Kılıçdaroğlu mutfağında oturmuş soğan fiyatlarından bahsediyordu.

Kamuoyu yoklamaları genel olarak Kılıçdaroğlu'nu rakibinin biraz önünde gösteriyor ama sonuç yakın olacak. Muhalefet, oyları ülke çapında dağıtmasını sağlamalıdır, çünkü seçimin kendisi -bu ne kadar şaşırtıcı görünse de- görece özgür olmalıdır. Sandık merkezleri yakından takip edilmektedir. Katılım her zaman etkileyici bir şekilde yüksektir. Ancak seçim özgür gibi görünse de, tamamen adil olmayacaktır. Başkanın devlet kurumları üzerindeki tam kontrolü ve medya üzerindeki hakimiyeti, eşit şartlara yakın hiçbir şey yaratmaz. Ve siyasi tabanı bir zamanlar olduğundan daha küçük olsa da, Erdoğan’ın destekçeleri hem dayanıklı hem de inanılmaz derecede sadık olmaya devam ediyor.

Dolayısıyla Erdoğan da elbette kazanabilirdir…

Destekçileri, Türk yaşamının ana akımına kazandırdığı milyonlarca dindar muhafazakârdır. Onun içgüdülerini paylaşıyorlar, çıkarlarını gözetmesi için ona güveniyorlar ve yurtdışındaki çini dükkanındaki boğa kişiliğinden keyif alıyorlar.

Diktatör görüntü seçmenine sıkıntı vermiyor.

Yirmi yıllık siyasi üstünlüğün ve artan baskının ardından, sert adamı oynamayı seviyor ve işleri zorlaştırma gücüne sahip.

Örneğin, İsveç'in terörist olarak tanımladığı Kürt muhaliflere sığınak teklif etmesine kızarak İsveç'in NATO üyeliğini aylardır engelliyor.

Aynı şekilde, yakın zamanda Türkiye'nin güneyinde Rus yapımı bir nükleer santralin açılış töreninde dost canlısı Vladimir Putin ile yapılan bir video görüşmesi ve Türk ajanlarının Suriye'nin kuzeyinde İŞID liderini öldürdüğü duyurusu, Erdoğan'ın ülke içindeki seçmenler nezdindeki imajını güçlendirmek için tasarlandı.

Ancak bu sefer gerçek bir seçim var ve Kılıçdaroğlu, işleri farklı yapacağını açıkça ortaya koydu. Batı ile ilişkilerini geliştirmek ve AB üyeliğine ilişkin müzakereleri yeniden başlatmak istediğini söylüyor (gerçi bu, Ukrayna'nın başvurusunun ön sıralarda yer aldığı Brüksel'de garip gelebilir). Daha tartışmalı bir şekilde, milyonlarca Suriyeli mülteciyi evlerine geri gönderme planının bir parçası olarak Suriye'de Beşar Esad ile arasını düzeltmek istiyor.

Kılıçdaroğlu kazanırsa dünya Erdoğan'ın bundan sonra ne yapacağını merakla izleyecek. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ten bu yana herhangi bir Türk liderinden daha fazla güç topladı ve zarif bir şekilde emekli olmak hiçbir zaman planının bir parçası olmadı.

Bu seçimin bu kadar önemli olmasının belki de en önemli dözelliklerinden biri, bir diktatör sandıkta yenilebilirse, değişimin mümkün olduğuna dair güçlü bir mesaj gönderebilecek olmasıdır. Bazıları, kaybederse Erdoğan'ın destekçilerinin protestosundan korkuyor. Veya seçim bittiğinde yakın bir sonuç varsa, bağımsızlığı zaten tartışılan mahkemelerde yasal bir dava olması da konuşuluyor.

Erdoğan'ın içişleri bakanı, seçim hakkında karamsar bir şekilde "Batı destekli bir siyasi darbe girişimi" olarak söz etti. Bellidir ki Başkan Erdoğan kesinlikle kazanmak için ne gerekiyorsa yapmaya çalışacak. Son kampanya mitingleri, gerçek ve hayali düşmanlar hakkında uyarılarla doluydu ve savaşçılık onun için daha önce işe yaramıştı.

Türkiye’de yüz yıl sonra yeniden tarih yazılıyor.