“Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir”

Serkan Soyalan

Günümüzün gençleri, mektupları, mektuplaşmayı pek bilmez. Halbuki bizden önceki nesil, mektuplarla, duygu yoğunluğunu ve özlemleri çok yoğun bir şekilde yaşıyordu. Biz de yakaladık bu duygu yoğunluğunu ucundan.

Mektuplar yazıp, mektuplar bekledik. Her gelen mektubun zarfını büyük bir heyecanla açıp okuduk içindeki satırları. Zaman zaman tebessüm doğurdu yüzde mısralar, çoğu zaman da gözyaşı.

Hala saklıyorum o mektupları. Yürekten dökülenlerin, el yazılarının hüneriyle kağıda işlenmesidir mektuplar. Kimi zaman aşkı, kimi zaman hasretliği, kimi zaman da sevinci paylaşır, o kapalı zarfların içine saklanmış satırlar.

Ondandır sahaflarda izini sürerim mektupların. Her bir mektup, farklı duyguları barındırır içinde.

***

Belki arkasına not bırakılmış bir fotoğraf eklenmiştir mektup zarfının içine. İşte o zamanlarda sıfırlanır kilometreler ve göz göze gelir hasretlik çekenler.

***

Hatta ‘Mersin 10/Türkiye’ yi de ilk önce o mektuplardan öğrendim, çocukluğumda.  Hep büyüklerime sordum “Ne alaka Mersin?” diye. Bilmem kaç kez anlattılar, anlamadım.

Yaşım biraz daha ilerleyince ve Kuzey Kıbrıs gerçekliğinin farkına varıncaya kadar da tam oturmamıştı kafamda.

***

Büyük usta Sabahattin Ali’nin mektuplarını okuyorum bu aralar. Her bir sayfası, her bir satırı buram buram hasretlik kokan mektuplar.

O mektuplardan birinde, önceden sevgilisi olan, sonradan evlendiği Aliye’ye şöyle yazıyordu Ali, 28 Şubat 1935 tarihli mektubunda ve ‘insan’ı anlatıyordu:

Herkeslerden Sevgili Aliye,

İnsanların hepsi bir değildir. (…..) Ben kendim iyi insan olmayı isterim, fakat kötü olanlara da hayretle bakmam. Hatta kızmam bile, ancak kötülükleri bana taalluk ederse kendimi müdafaa ederim. Şunu esas olarak kabul etmeliyiz ki insanların hemen ekserisi yalnız kendilerini düşünürler. Dünyadaki bütün felaketlerin, uygunsuzlukların, bayağılıkların sebebi işte bu her şeyden evvel kendini düşünmek illetidir. İlk bakışta insana bir kurnazlık ve akıllılık gibi görünen bu hal hakikatte aptallıktır. Çünkü dünyada bir insanın başka bir insanın yardım ve alakasına muhtaç olmadan yaşaması mümkün olamayacağına, hatta en kötü hayvanlarda bile birbirlerine yardım hissi mevcut bulunduğuna göre, sadece kendini düşünmek ve başkalarının da böyle yapmasını istemek kendi kendisinin kuyusunu kazmaktır. İnsan başkalarına yardım ettiği, başkalarını sevdiği kadar yükselir. Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir. Başka bir insanı bahtiyar edebilmek, kendini bahtiyar edebilmekten daha güç fakat daha insancadır. Bugün böyle düşünenlere saf, hatta enayi derler. Fakat ne derlerse desinler, biz kalbimizin ve kafamızın doğru bulduğu şeyleri etrafın ne dediğine bakmadan yapmalıyız. Hayatta en büyük vazife ve saadet olarak şunu almak lazımdır: bize yakın ve uzak bütün insanlara yardım etmek, bütün insanların iyiliğine çalışmak…”     


Mısralar şimdi daha yalnız

 Türk edebiyatı önemli bir değerini daha yitirdi. Edebiyatın önde gelen kalemlerinden Füruzan, geçtiğimiz hafta hayatını kaybetti. Tam adı Feruze Çerçi olan Füruzan, İstanbul’da dünyaya geldi.

Edebiyat yaşamında birçok ödül kazanan Füruzan, “Parasız Yatılı” ile büyük ün kazandı.

Kişilerini, olaylarını abartmasız, iyimser bir bakış açısıyla saptayan, çözümleyen kısa, uzun hikayeleriyle ilgi topladı.

Çağdaş Türk edebiyatının önemli isimlerinden olan Füruzan’ı genellikle toplumun ezilmiş, hakkı yenmiş, duyarlıklı iç dünyaları keşfedilmemiş insanlar için yazdığı öykülerinden tanıyoruz.

O öykülerinden birinde şöyle diyordu, “Haklı olanlara haklarını savunmayı öğreteceğiz. Öğrenecekler de, öğreniyorlar da. Çünkü temelde tek güvenilecek çıkıştır bu.”

Şimdi artık sinemada ve kitaplarıyla bizlerle buluşacak olan Füruzan’ı, bir kez daha saygıyla anıyoruz.


“Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var”

“Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var” sözünü gündelik yaşamımızda sık sık kullanıyoruz.

   Peki bu söz nereden geliyor?

   Bir fincan kahvenin hatırı, 40 yıla nasıl uzanıyor?

   Hikâye 1895’e, Üsküdarlı Bilge Yusuf ile Rum balıkçı Kaptan Stelyo’ya kadar gidiyor.

***

İstanbul’da Eminönü’de Yemiş İskelesi yakınında bir kahvehane işleten Yusuf’un, kahvehanesine gelen bir yeniçeri, “Bre Yusuf, herkese benden okkalı bir kahve ver. Ama şurada oturan Rum delikanlısına verme. Ona kahvem de, akçem de haramdır” der, balıkçıyı işaret ederek.

Der demesine de, Yusuf dinlemez, yeniçerinin ısmarladığı kahveleri pişirip kahvehanedekilere dağıtır, fazladan da iki kahve yapar ve kahvehanedekilerin şaşkın bakışları arasında Rum kaptan Stelyo’nun yanına oturur, “Biz de seninle içelim” der.

Bu duruma çok içerleyen yeniçeri, “Ben sana o kâfire vermeyeceksin demedim mi?” diye Yusuf’a kahvehane ahalisinin önünde bağırır.

Yusuf başı dik ve kararlılıkla dikilir yeniçerinin karşısına ve “Bu senin değil, benim ikramımdır. Ona da helaldir” der ve yerine oturup, Rum kaptanla sohbete dalar.  

Tüm bunlar yaşanırken, Stelyo, minnetle bakar Yusuf’un gözlerine.

***

Yıl 1905…

Samos (Sisam) Adası’nda isyan başlar. Damat Ferit Paşa adaya asker çıkarır.

O askerlerden biri de Yeniçeri Ocağı’na kayıtlı olan Kahveci Yusuf’tur.

Yusuf çatışmada esir düşmüş ve iki yıl Samos zindanlarında kalmış, ardından da öteki esirlerle birlikte esir pazarında satışa çıkarılmıştır.

Mezattan “3 para, 5 para” sesleri yükseliyordu. (‘Beş para etmez’ deyimi de buradan geliyor).

Sıra Yusuf’a geldiğinde tepeden tırnağa silahlı bir Rum askeri, ötekilerin yaşlı diye işe yaramayacağını düşünerek almadığı esire oldukça yüksek bir ücret teklif eder.

Bölgedekiler bu teklife şaşkınlıkla bakarken, Yusuf da kaygılı kaygılı düşünmeye dalar; “Beni bu kadar yüksek bir bedele aldığına göre, kim bilir nasıl bir hıncı var? Acaba bana nasıl işkenceler yapacak?”

Rum asker, Yusuf’u alır, at arabasına bindirir, köyün dışında denize yakın bir yerde durur, “Korkma!” der gülümseyerek, “Sen beni tanımadın ama ben seni tanıdım. Artık serbestsin Bilge Yusuf.”

Yusuf şaşkındır.

Yıllar önce birbirine sevgi, dostluk ve hoşgörü içinde bakan gözler o an yine buluşur ve Stelyo hiç unutmadığı o günü hatırlatır Yusuf’a.

"Yıllar evvel bir yeniçeri bana hakaret ettiği zaman, sen onu dinlemeyip bana kahve ikram eden Yemiş İskelesi’ndeki kahveci değil misin? İşte ben de bir fincan kahveyi helal ettiğin balıkçı Stelyo’yum.”

Kucaklaşırlar. Stelyo, Yusuf’un karnını doyurur, yol parasını da vererek kaçak yollardan memleketine gönderir.

Sonraki yıllarda da bu iki dostun, görüştükleri ve arkadaşlıklarını sürdürdükleri bilinir.

***

İşte bu hikâyede anlatıldığı gibi, bir fincan kahveyle hatırlanır iyilikler…