Yılmaz AKGÜNLÜ
yakgunlu@yahoo.com
Yaşamımızda bazı anlar olur ki tadına doyulmaz. Dert ettiğimiz şeyler geride kalmış, dünya alışılmadık bir biçimde hafif ve keyifli gelir. Sorun dediğimiz şeyler sorun olmaktan çıkmış, boşuna ağlayıp sızladığımızı fark etmişizdir. Her şey pırıl pırıl ve saydam, her şey olması gerektiği gibidir. Sanki o kasvetli, mutsuz dünya uçup gitmiştir. Elbette böyle bir esenliğe çoğu insan hasrettir, çünkü dert edecek çok şey sevinecek az şey bulmak mayamıza işlemiş. Bu tadına doyulmaz hafiflik anlarını, nedensiz bir yaşama sevincini sürekli kılmak elimizde midir acaba?
Ben bu sevince giden yolun yaşama bakış şeklimizin ters çevrilmesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Ters çevirmenin ne olduğunu anlatmak çok da kolay değil. Gerçekte bu ancak kendi bakışımız tam algılandığında kendiliğinden mümkün olan bir şeydir; yani önce kendi olduğumuz şeyi, kendi bakış açımızı ve yaşantımızı olduğu gibi ve sonuna dek yaşayabilmeliyiz. O bakış açısı ve yaşantı bütün hastalıklarıyla tam anlamıyla yaşanmalı, bütün kısıtlamalarıyla su yüzüne çıkmalı. Tamı tamına kendimiz olduğunda ise bu ters dönüş kaçınılmaz ver geri döndürülemez bir biçimde gerçekleşecektir. Üzüldüğüm şeyi üzülmek, ondan hiç kaçmadan onu en derinlerine kadar yaşayıp tüketmek mümkündür. Ben sadece günlük basit üzüntülerden bahsetmiyorum, aynı zamanda kişiliğimizin en çok şiştiği yer olan kim olduğumuz, ne olduğumuz gibi sorularda. Neden yaşadığımız, bu sınırlı hayatımızın bir anlamı olmayışının en kaçınılmaz algılanışındadır dönüşüm.
Alan Watts der ki, dünyayı doğru bir şekilde görebilmek için önce onun tersine çevrilmesi gerekir. Dünyayı tersine çevirdiğimizde ne olur? Doğru olan yanlış, olan doğru mu görünür? Yoksa yanlış olanın, eksik olanın ardında yatan gözümüzden kaçan çok değerli bir şey mi buluruz? Dünya tersine çevrildiğinde bildiğimiz şeylerin ne kadar büyük bir kandırmaca olduğunu anlayabiliriz. Çevremizde yaşayan zombilerin farkına varabiliriz. Belki de kendimizin de.
Tersine Çevirme Şekilleri
Bildiğini Bilmemek, Bilmediğini bilmek
Bu elbette zorlu bir uğraş. Ama ben değeceğine düşünüyorum. Çünkü dünyayı bilmediğim ve görmediğim şekilde algılamadıkça dünyaya ilişkin şu anki bilgimin ne olduğunu bile anlayamam. Bu geceyi bilmedikçe gündüzü bilememek, kadını tanımadan erkeği tanıyamamak gibidir. Eğer karanlık olan, bilgisiz ve geride olan hakkında hiçbir yaşantım yoksa aydınlığı nasıl anlayabilirim?
Yaratılmamış ve doğmamış olan bir şey olmasaydı, doğmuş ve yaratılmış bir şey de olamazdı. Bir zamanlar "yaratılmamış" bir varlık olmasaydım şu anda yaratılmış olabilir miydim? Ya da bunu ayırt edebilir miydim?
Bana göre insanın çok önemli bir görevi var. İster bu görevi fark edelim ister etmeyelim, ister uğraşalım ister uğraşmayalım fark etmez. Hepimiz bu dünyada, bir evrende varlığa gelmiş olmanın anlamını bulmak zorundayız. Bu anlamı bulamayacağımızı iddia ederek ondan kaçmayı deneyebiliriz. Verilmiş anlam dizgelerinden birine tutunabiliriz. Bu anlamı kitaplar da, düşünceler de, inanç sistemlerinde arayabiliriz. Ama bunları yapmamız gerçeği değiştirmez. Hayatın anlamı sorunuyla doğrudan, tam göbeğinden karşı karşıya karşılaşmadıkça, bu anlamı varlığımızın bütün unsurlarıyla kavrayamayız, iliklerimize kadar varlığın anlamını hissedip, gerçek bir dönüşüm geçiremeyiz. Bu anlamı yaşamımızın her noktasına yayıp yaşamın her damlasını, her anını doyasıya yaşayamayız.
Yapmanın Yıkıcılığı Yıkmanın Yapıcılığı
O yüzden sadede gelelim diyorum. Hakikat sahte, yanlış ve yüzeysel olan her şeyi yıkmadan görülemez, yaşanamaz. En aydınlanmış ve bilge kişi yol göstericiniz olsa da, en iyi manastıra da gitseniz, yüreğinizde gerçeğin ateşi yoksa boşa uğraşıyorsunuz demektir. Eğer hala mutluluğu ve anlamı yaşamınızı güvence altına alarak başarmaya çalışıyorsanız, para ve tanınmışlık peşinde koşuyorsanız ömrünüzü boşa tüketiyorsunuz demektir.
Her yapım, her yaratım bir tür yıkıcılığı zorunlu kılar. Yaşamak sürekli olarak geçmişi yıkıp şu anı yapma çabasıdır. Yıkıcılık bu noktada olumsuz bir eylem değil, ileriye doğru gitmemin zorunlu koşuludur. Ancak her şey yıkılacaksa da yıkılamayacak, yıkılması mümkün olmayan bir şeyi varlığım ta dibinde duyumsarım. Bu üzerinde durulamayan bir uçurumun boşluğudur. Varoluş bu dipsiz uçurum üzerinde asılı durur, temel olan şey temelsizdir. Güvenilecek tek şey güvensizliktir. Güvensizliği temel alan bir insan için dünyada korkulacak bir şey kalmamıştır. O korkuların doğduğu şelalenin tam üstünde duran bir kayaya oturmuş bir insan gibidir.
Bireyci dünyamızda özgürlük her zaman bireysel bir olgu olarak ele alınmıştır. Oysa özgürlük bazen iki kişinin birlikte üreteceği bir şeydir. Aşk bir sanatsa bu sanatın da en büyük sırrı bu olmalı. Aşkın çoğu zaman bir bağlanma ve özgürleşme dansı olduğu ileri sürülebilir. Kimi geçici bağlanmalar ayrılıkla kopartılarak, aynı anda ayrı ve bütün olabilmenin gücü bilenir. Gerçek aşk hüzünlü ve mutsuz bir ruh halinin kapılarını çalar, mutsuzluk derinliğe ve "güce" dönüşür. Kişi de sonsuza kadar kalacak olan güvensiz uçurum aşkı kanatlandırır.
Hayallerin Gerçekliği, Gerçeklerin Hayali
Hayal gücümüz o kadar kısıtlı ki, bildiğimiz şeylerin ötesinde hiçbir şeyi hayal bile edemiyoruz. Oysa bildiğimiz şeyleri hayal etmek hiç de hayal gücü sayılmaz değil mi? Doğaüstü bir şeyi hayal etmemize gerek yok. Ben sadece günlük dünyasal bilincimizi askıya almakla kendiliğinden açılan "hayal" den bahsediyorum. Buna hayal dedim şimdi, ancak bu bir hayal değil, BU GERÇEĞİN TA KENDİSİ. Ancak hayal gibi görünmesi alıştığımız gerçeklikten çok farklı olmasından. Halil Cibran, "hayal ve aşkla geçen bir saat, başarıyla geçen uzun bir ömürden daha değerlidir" der. Başka bir yerde de “Bir tohum ek, toprak sana bir çiçek verecektir. Düşünü gökle donat, sana sevgilini gönderecektir.” demiştir.
Hayal hangi noktada gerçekten ayrılır? Eğer biz gerçeği de hayal kurduğumuzla tıpatıp aynı şekilde üretiyorsak, gerçeğin bir hayal olduğunu söylemek abartılı olmaz. Sağlıksız bir hayal, yaşadığımız toplumsal gerçeği tamamen hiç sayan ve görmezden gelen ve bunda ısrar eden bir hayal olabilir. Bu gerçeğin bir yarısının inkarıdır. Aynı şekilde sağlıksız gerçek de hayalimizde olanı görmezden gelen gerçeklik algısıdır. Toplumsal gerçeklik uğruna diğer bütün gerçeklerden vazgeçmek neden?
Acıyı Ters Çevirmek
Gerçek bilgi hakkında şunu söyleyebiliriz: Gerçek hayal edilmek zorundadır, ya da o hayale gelmek zorundadır. O hiç bir zaman herkese mal olamaz, aktarılmaz, anlatılamaz. Öyle olsaydı dünyada herkes kolayca mutlu ve başarılı olmayı başarırdı. Dünyada bu kadar cahillik, acı ve mutsuzluk varsa bu, Gerçeğin sözcüklerle yayılamadığının bir kanıtıdır. O halde acımızı dindirecek bir sözcük ya da bir öğreti olamaz. Herhangi bir düşünce acıyı susturup anlamı açamaz. Anlamı acının ta kendisi açar. Dünyanın tersine çevrilmesi budur: Acının en yüce anlam kaynağı olması. Acıyı izleyerek, dipten giderek. Hatta acının, yanılgının ta kendisi olarak. Aydınlanma budur. Acıyla öylesine bütün oluruz ki, artık acının bize etki etme imkanı kalmaz. Acıyı yutmuşuzdur. Acıyla bir olmak bir karamsarlık felsefesi değildir. Tam tersine en üst esenliğe götüren yoldur bu.
Bunun neden böyle olduğunu bizzat kendiniz görmelisiniz. Dışınızdan aldığınız bir düşünce ne kadar doğru ve besleyici olsa da, siz onunla yeterince zaman geçirip onu uygulamadıkça sizin olamaz. Günlük yaşamımızı bir gözlemleyelim. Sıkıldığımızda ne yaparız? Bir şeyler içimizde dönüp dururken, zihnimizi ve duygularımızı ele geçiren bir olumsuzluğa kapıldığımızda ne düşünürüz? Bu olumsuzluğun dışımızdaki bir etkenden kaynaklandığını varsayarız. Biri bize kötü davranmıştır, ya da gelirimiz düşüktür, ya da acımasız hayat bizi hasta etmiştir, yaşlanmışızdır. Dışsal etkenler yoksa ya da yetersizse, kendimizi suçlarız: Biz aptalızdır, kötüyüzdür ve bu yaşadıklarımızı hak etmişizdir. Oysa şöyle düşünebilirdik: Bu yaşadıklarım yaşamın doğal bir parçası, dün sağlıklıydım bugünse hastayım, dün mutluydum bugünse mutsuz. Bana dün mutluluğu veren şey neyse bugün de mutsuzluğu o vermiş olabilir. Dostlarım, hükümet, patron, doğa ya da tanrı. Nasreddin Hoca'nın doğuran tencere ölen tencere öyküsündeki gibi, işer iyi giderken hiçbir şeyden şikayet etmeyiz, ama işlerin neden iyi olduğunu da sorgulamayız. Sadece kötüye giderken isyan ederiz, sorgulamak aklımıza gelir. Bizi mutlu edecek bir şeyleri seçerken onun bizi mutsuz etme potansiyelini de seçmiş oluruz. Nedense bu gerçeğe gözümüzü kapamak kolay gelir. Risk aldıysak, işlerin kötüye gitme ihtimalini de unutmamalıyız.
Unutarak Hatırlamak
Bütün mesele birilerinin söylediği, bize öğretilmiş verilmiş her şeyi unutabilmekte. Unutmak en zor sanattır derler. Unutmak bize çok güçlü bir biçimde etki eden, kendi gözlemlerimiz ve yaşantılarımızdan doğmayan düşünce ve yaşam alışkanlıklarımızdan kurtulmak demektir. Unutmayı öğrenmedikçe gerçekleri ters çeviremeyiz. Gerçek dediğimiz sahte aldanışlar bize öyle büyük bir güçle yapışır ki onun dışında başka bir şekilde bakamayız yaşamımıza.
O yüzden her sağlam gerçeği tam tersine çevirip ona öyle bakabilmeliyiz. Bunu yapmak son derece güç ve saçma gelecektir. Ancak bir süre dayanabilir, ters çevrilmiş gerçeğe bakabilirsek onun gösterdiklerinin ne anlama geldiğini görebiliriz. O zaman saçma olanın değerini takdir edebilir, gerçek sanattan zevk almaya ve sanatçının mesajlarını duyumsamaya başlayabiliriz. Çünkü sanatçı bunu bilsin ya da bilmesin gerçeği tersine çevirmiş insandır. Onun için küçük büyük, büyük de küçük, önemli önemsiz, önemsiz de önemlidir. O mantıksız ve akıldışı olanın ne kadar büyük bir değer taşıdığını görebilir. Allan Megill'in çok güzel ifade ettiği gibi:
"Sanat, Blanchot'ya göre, "kendini anlamlandırmadan saklar; hiçbir şeyin yaşamadığı, olmuş olan şeyin yine de olmamış olduğu, tekrar başlayan şeyin daha hiçbir zaman başlamamış olduğu bölgeyi en tehlikeli kararsızlık yeri olarak adlandırır." "Doğruluğun kendine ait bir temeli ve esası" olduğu dünyadan ayrılmış olan sanat, "aslında mutlak yanlışın önsezisini ve skandalını temsil eder." Hatta, "doğru olmayan"ın sahiciliğin özsel bir biçimi olabileceğini ileri sürer." (Aşırılığın Peybamberleri syf. 403)
Yanlışı Tersine Çevirmek
Bir konuda tek bir doğru ama sonsuz sayıda yanlış varsa, neden doğru olanı seçelim? Yanlış olanın alanı bizim için özgür oluşunu bildirmeyen özgürlük alanı olmaz mı? Mantıksal bir karar alırken size tek bir doğru varmış gibi görünebilir, oysa tek bir doğruyu seçerek sonu gelmez yanlışları da yaratmış oluruz. Doğruyu seçmemekse yanlışları da kendi yollarında serbest bırakmak demektir. Bir ovada yürürken doğru yolun ne olduğu sorusu anlamını yitirir, hele de gezmeye çıkmışsanız. Ama bir yere varmayı hedeflerseniz o zaman doğru bir yoldan söz edilebilir. Ovada gezmek estetik bir tavırdır ve ovayı gerçekten takdir etmenize izin verir, yeni yollardan yürüyerek her defasında yeni bir gezi yapabilirsiniz. Mantıklı olmaya başladıkça mantıksızlaşmaya başlarsınız, çünkü mantık bütün olasılıkları kapsayamaz ve bir konuda sınırlı olasılıklara dalmak o konuyu tümüyle kaybetmek demektir. Dünya ancak çılgınca mantıksız ve bir kaba sığmayan bir yer olarak gerçekten görülebilir, sözler sadece bir balondur, bizlere algı yanılsamalı hoş anlar geçirtebilirler. Ancak özgür salınımlarda hareket etmemizi engellerler, bize şekilde yüzeysel bir özgürlük alanı veriyormuş gibi görünürler. Yaşadıklarımızı düşünmek ve bu düşüncelere göre hissetmek, boğucu bir eylemdir. Sözcükler sadece bütün doğrularımıza karşı çıktıklarında, onları ortadan kaldırmakta kullanılabilir.
Gerçeği görmüş bir insana ben nasıl ulaşabilirim gerçeğe diye sorsanız, ve O da size karanlık bir tünelden geçmeniz gerektiğini söylese, bilinmezlerle dolu bu tünele girmeye ve o yolu yürümeye cesaret eder miydiniz? Yoksa dehşete kapılıp dünyanın güvenli bilinirliğine mi sığınırdınız: güvenli ve sıkıcı, doğum ve ölüm gibi iki uçla kapatılmış zamansallıkla tanımlanmış sınırlı gerçekliğe? Size yetiyor mu doğum ve ölümünüzün bilgisiyle kuşatılmış bir dünyada yaşayıp ölüp gitmek?
Yaşamımız düşüncelerimizin eline teslim edilemeyecek kadar yücedir. Her düşünce tersini doğurur ve anlamsız gerilimlere mahkum eder hayatımızı. Düşüncelerimizi ve onların bizi nasıl hapsettiğini fark ederek an be an özgürlüğe doğru yürümeliyiz. Düşünceler gerçekler değil, gerçeğin sözcüklere indirgenmiş gölgeleridir. Gölgeyi gerçek sanmaktan vazgeçip evrenin hakiki haline kendimizi açmayı öğrenmeliyiz. Bir yaşantıyı, tek bir yaşam anını onun üzerine yüklediğimiz sözcük ve düşüncelerden kurtarıp yaşamadıkça bir hayaletten, bir zombiden farkımız kalmaz.
Eğer gerçekliğimiz ters çevrilebilirse o eksik bir gerçekliktir. O zaman bir başkasının gerçekliğine göre de bizim gerçeğimiz terstir. Ancak tersine çevrilemeyen bir gerçeklik algısı bulduğumuzda onun tam olduğundan emin olabiliriz. Bu sadece entelektüel değil, total bir algı olmalıdır.