Bana hayatın yoldaş ettiği bir şairle terennümdeyim birkaç gündür, yeniden. İlk gençlik yıllarında Anafartalar Lisesi’nin sıralarındaki ruh halimi anımsıyorum. “Okulu kırmak” adı altındaki gençlik efsanesine, bir tek gazete almak (Cumhuriyet gazetesi) için katıldığım yıllardan aklımda kalan görüntüler içindeyim. Gazeteyi tarih öğretmeniyle okuduğumuz zamanları anımsıyor ve o yılların görüntülerine takılırken bir şiir açıyorum önüme. (Demek ki 1986 yılından beri tanışıyoruz şairle…) Her zaman güzeldir şu şiiri benim için:
( “Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
Allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
Oynasınlar türküler söyleyerek, yıldızların arasında
Dünyayı çocuklara verelim
Kocaman bir elma gibi verelim, sıcacık bir ekmek somunu gibi
Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
Bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
Çocuklar dünyayı alacak elimizden
Ölümsüz ağaçlar dikecekler.” ) Nazım Hikmet
***
Zaman geçmeyecek de ne yapacak ki?! Bu nedenle geçen yılların görüntülerinden bugüne dair cümleler kurmaya özen göstererek şu koca ve uğursuz yılın (2013) son üç gününden neler beklediğimi yazmak istiyorum. Beklentilerimi yüksek tutmamakla birlikte, bir ütopyanın uçsuz bucaksız kum denizinde yüzmenin de zorluğunu duyumsayarak, filden bulutlara hayaller çiziyorum. Ne de olsa hava gibi su gibi hayaller de bedava! Ama bir farkla: hayaller peşinden koşulduğu sürece bedel denilen balyozun soğuk yüzüyle temas eder insan! Ve hayaller anlamlı kılar bulutlardaki şekilleri, şekillerin insan bedenine bıraktığı düşünceleri… Gazete okumayı ve şiirin dünyayı kurtaracağını bana kimin öğrettiğini anımsıyorum da, sorum şu: bulut okumayı bana kim öğretmişti?
Belki de dünyanın doğurduğu tüm çocuklar, bulut okumayı kendiliğinden biliyordur.
Dünya kendi doğurduğu çocukları daha sonra hayalleriyle birlikte yiyip, tüketiyor yaşamdan…
Ölüyor bedenlerle birlikte tüm hayaller de…
Yaşama dair hayaller…
Dünyaya dair düşler…
Çocuklar ölmeden önce bir sürü ‘düş’ü vardı.
***
Eğer çocuklara bir günlüğüne dünyayı vermek mümkün olsaydı, 31 Aralık gecesini 1 Ocak gününe bağlayan saatler içinde neler değişmezdi ki?!
Ellerinde çiçeklerle karşılardılar yeni yılın ilk saatlerini…
Önce annelere verilirdi çiçekler…
Çocuklarını mayın tarlalarında, tank gölgelerinde, savaş cephelerinin soğuk tepelerinde, direniş meydanlarında, gelenek denilen tek dişi kalmış dinozor zihinlerin ve bedenlerin ağılı ağlarında (çocuk gelinler) kaybeden annelere…
Daha anne olamadan ölen çocukların annelerine…
Şu obur dünyanın yuttuğu çocukların annelerine…
Belki bir ses duyardık aniden, tam çocukların güneş sıcaklığındaki elleri annelerin acıya nasırlaşan ellerine değdiğinde: Aç dünyanın gök gürültüsünü andıran midesi gurulduyor!
“Kim verdi bugünü çocuklara!” diyor; açlık kokan ağzının çürük dişlerinden görünen kelimelerle o ses!
-Biz verdik! Diyerek, bakıyor anneler!
Ayağını hızla yere vuruyor dünyayı dile (belki de dize) getiren ses: yer sarsılıyor, toprak yarılıyor neredeyse yutacak derken çiçeklerle dolu kucakların ait olduğu bedenleri, ansızın çıkan bir ışıkla aydınlanıyor yüzler…
Işıktan gelen ses diyor ki:
-Verin çocuklara dünyayı, efendiler! Dünyanın doğurduğu her bir nefestir, onlar!
Dünyanın doğurduğu, büyüttüğü ve sonrasında da yuttuğu!
***
Evet, bir yılbaşı gecesinde, sadece bir günlüğüne verelim şu yaşlı dünyayı çocuklara… Böylece dursun dünya, dönsün çocuklar etrafında… Farklı renklerdeki, kültürlerdeki, dillerdeki, dinlerdeki ve farklı coğrafyaları bir bütün yapmak adına ellerine çiçek buketleri alan çocuklar…
Babil Kulesi’ni inşa etsinler yeniden, göğe ulaşmak için… Bu göğe ulaşma eyleminde amaç, sadece gökkuşağının altından geçebilmek olsun. Diğer tüm idealler konulan her bir tuğlada kaybolup gitsin. Belki Habil ve Kabil’e rastlarlar inşa sırasında ve iki kardeşi barıştırır, dünyanın tek dilli barış çocukları…
Verelim ağaçları çocuklara, en güzel dileklerine assınlar dallarına. Süslesinler dallarını kırmızı mantinlerle, şekerden kamışlarla özgürce. Nazım’ın da dediği gibi:
Ölümsüz ağaçlar diksin çocuklar!
Sanırım sözlerimi buralara taşıyarak büyük bir yanılgının içine düştüm. Beklentilerimi yüksek tutmak gibi bir yön kaybedişin ağlarında kayboldum. Ama şu bir gerçek ki: tüm bunları gerçekten istiyorum. Bekliyorum. Umut ediyorum. Bir Çam Ağacı’nın dikensi yapraklarına dokunup gerçeği acıyan parmaklarıma zerk ediyorum. Çünkü hayallerini çaldık bu dünyanın çocuklarının…
Hep birlikte suçluyuz.
Biz büyükler bilmez miyiz ki, hayaller çalındığında bitiyor yaşam!
Tüm bu yaptıklarımızdan dolayı geriye dönüp zamanın içinden sadece bize gelmek için bir yıl önce yola çıkan 2013’ü mü suçlamalıyız efendiler?
Tüm günahları yükleyelim bu zaman dilimine ve çekip çıkaralım sevapları kendimize masumca…
Sahi çocuklar mı masum, sizler mi efendiler?!
Hiç kimse masum değildir, başta obur dünyanın doymak bilmeyen midesi…
O midenin yuttuğu her bir çocuğu düşünüyorum.
Nafile bir çabadayım.
Göze görünmez ki ölüler!
***
2013 biterken içimde onca cümlenin biriktiği buruklukla yazmak vardı sayfalara… Hâlbuki görünen bu gerçeğin ardına geçtiğimde başladı sahne… Ne kadar çok isterdim böylesi bir sahnenin yaşanmamasını. Yaşamın önüne barikat kurmak mümkün mü?! Sizin derme çatma barikatınızdaki her bir nesne ‘umut’u simgeleştirirken, yaşamın gücü şiddet bulutlarına dayar sırtını…
Hal böyleyken daha çok UMUT olsun içimizde…
2014 duyuyor musun bizi?
Anlıyor musun dediklerimizi?
Biliyor musun UMUT çocuklarının yarınlar için bu dünyaya ağaçlar dikeceklerini?
Benim senden kendim için bir istediğim yok!
Tek dileğim:
“Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler”
***
2014’de UMUT hep yanınızda olsun.
MUTLU YILLAR!