Simge Çerkezoğlu
1998 yılından bu yana aktif olarak gazetecilik yapan Arzu Demir’le yolumuz Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası’nın 8 Mart Dünya Mücadeleci Kadınlar Günü nedeniyle düzenlediği etkinlik sayesinde kesişiyor. Onu okumak, onu dinlemek içimde karşı konulamaz biçimde bilinmeze gitme duygusu uyandırıyor. Biraz temkinli ve biraz heyecanlı başlayan, sonu çok farklı biten bir yolculuk gibi…
Şu anda sosyalist gazetecilerin kurduğu bir ajans olan Etkin Haber Ajansı ve Kürt Basını’ndan Fırat Haber Ajansı için muhabirlik yapan Demir, ağırlıklı olarak Kürt sorunu ve insan hakları eksenli haberler üzerinde çalışıyor. Onun bu tercihi yapma nedeni sanılanın aksine Kürt olmakla değil, belki insani yönünün daha gelişmiş olmasıyla açıklanabilir.
“Çok özel olarak tanımlayabileceğim bir neden yok ama ben Türk kökenliyim. Ailem de Sunni. Kısacası Türk devletinin kurucu yapısına yakın bir aileye sahibim. Batıda büyüdüm. Hayatıma Kürtler, üniversite son sınıfta girdi. Öncesinde Kürtler, devrimciler ya da Sosyalistler benim için birer anarşisttiler. Aklımda başka algı yoktu. Hayatımın bir noktasında başka yaşam fikirleriyle tanışınca başka alanlara yöneldim. Böylece Kürt, Kürt halkı ve Kürdistan benim için yeni bir algı oldu. Dikkatim oraya yöneldi.”
Yöneldiği yeni dünya onu bambaşka hayatlara ve hikayelere taşımakla birlikte, deneyimlerini toplumla da paylaşma fırsatı veriyor. Böylece ortaya iki kitap ve birçok haberle birlikte muhabirlik yaparak geçen yıllar kalıyor.
“İlk kitabım Medrese’den Beş Noluya Nuri Yoldaş ,12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevinde kalmış, oradaki vahşete tanık olmuş ve yaşamış, cezaevinden çıkığında ise Hizbullah’ın katliam girişimine maruz kalmış, Batıya göç etmiş ancak orada da ırkçılıkla mücadele eden ailenin hikayesi. Hikaye o coğrafyada siyasetle uğraşan herkesin geçtiği ve insanların çok ağır şiddet gördüğü, işkenceye maruz kaldığı Diyarbakır Cezaevi’ni anlatıyor. Bu cezaevine dair ne anlatılırsa anlatılsın hala söylenecek çok şey olduğu gerçeği baki kalıyor. Dağın Kadın Hali kitabım ise Kürt gerillalarının bulunduğu yerlere benim uzun süre gazeteci olarak gidip gelmem sonucu oluşuyor. Kürt meselesine ve güncel konulara dair röportajlar yaparken buralardaki kadınlar benim çok dikkatimi çekiyor. Böylece Kürt özgürlük hareketinde kadınların yarattığı deneyimi anlamaya çalıştım. Aslına bakarsanız çabam anlama, görme ve gördüklerimi de paylaşma çabasıydı.
“BEN MUHABİRİM”
Kendini özellikle yazar olarak tanımlamayan Demir, muhabirliğin yazarlıktan daha kıymetli olduğu kanısında.
“Ben gazeteciyim, gazeteciliğin muhabirlik kısmını yapıyorum. Bunun yazarlıktan daha değerli olduğunu düşünüyorum. Muhabirlik ve gazetecilik dediğiniz şey sizi bürolardan, masa başından çıkaran bir şey. Doğrudan insanlarla temas etmenizi sağlayarak, temas ettiğiniz her insanın size yeni bir şeyler kattığı bir süreç. Benim yaptığım da aslında bu süreçte öğrendiklerimi okuyucularla paylaşmak. Gördüğüm hayatları, bulunduğum yerlerin hikayelerini yazıya dökmek.”
Özellikle kadın gerillalara ilişkin kitabı okuduktan sonra insanın Kürt sorununa bakış açısında farklılıklar oluyor. Her konuda olduğu gibi bu konuda da anlatılandan ötesi gerçeği yüzünüze çarpıyor. Meselenin biraz da nefsi müdafaaya dayandığı ise inkar edilemez bir gerçek olarak karşınızda duruyor.
“Özellikle kadınların silahla ilgili düşüncelerini dinlediğimde nefsi müdafaa ya da öz savunma gerçeği ortaya çıkıyor. Sonuçta bu kadınların hayatlarında bir şeyler oldu ki dağa çıktılar. Hiçbir şey durup dururken olmaz. Birinin doğduğu köy asker tarafından basıldı. Diğeri Avrupa’da yaşamasına rağmen özgür olmadığını fark etti. Daha çok sebep ve hikaye var ama sonuçta insanların kadın veya erkek fark etmiyor hayatlarında bazı olaylar oluyor ki bu insanlar dağa çıkıyor. Orada özellikle de kadınlarda kendi hayatlarına dair söz söyleme gücünü edinme duygusu gördüm. Devlete özellikle de Türk devletinin sömürgeci politikalarına itiraz etme durumunu gördüm. Dağa çıktıktan sonra da bir daha eskisi gibi olmadılar. Erkeklerle ve devletle olan ilişkilerini de yeniden tanımladılar. Dağlarda kadından kentler kurdular. Yaşam alanı oluşturdular. Erkeklerin dağa çıkması toplumsal erkeklikle mücadele ettikleri anlamına gelmezken bu duru kadınlarda farklı boyut kazanıyor.”
“BARIŞ BİR GÜNDE OLMAZ ”
Kürt sorununa karşı son zamanlarda atılan adımları da konuşuyoruz ancak o durumun samimiyetinden kuşku duyuyor. Bu durumu da somut nedenlere dayandırıyor…
“En başta AKP’nin demokratik bir zihniyet taşıdığını düşünmüyorum. Demokrasi düşmanı olduğunu görüyorum. İç Güvenlik Paketi de bunun çok somut göstergesi. Ben AKP iktidarının zulmüne uğrayan gazetecilerdenim. İstanbul’da KCK operasyonunda gözaltına alındım. Tutuklanmak istendim. Bu devletin zulmünü kendi hayatımda hissettim. Yine de süreçte belirleyici olan halkın mücadelesi olacaktır. Bu sürecin desteklenmesi gerektiği ve PKK’nin insiyatifinde ilerledi kanısındayım. En son Türkiye’de PKK Silahsızlanma Kongresi çağrısı oldu. Bu süreçte on maddelik silahsızlanma önerisi gündeme geldi. Tüm bunların PKK’nın ve Öcalan’ın barış istediğinin işareti. Barış süreci ilerler mi bilemiyorum ama dünyadaki başka örneklerde de bunun hemen olmadığını biliyoruz. Türk halkının sürece ne kadar dahil olacağı çok önemli. Yine de HDP’nin batıyı örgütleme çabası var, o yüzden geleceğe dair umutluyum. Ama ağır ilerleyecek. Mesele Türkiye’nin demokratikleştirilme meselesi. Silahsızlanma belki en son adım olmalıydı. Ama Türk devleti ve medyası meseleyi oradan tartışıyor. En azından daha az insanın öldüğü duygusunu yaşamak çok sevindirici. Her iki tarafın kayıpları bu kayıpların toplumda yarattığı travma ve kırılmalar sona erdi. Yine de önümüzde uzun zaman var.
İnsanlar yaşadıkları samimiyet ve ortak paylaşımların ardından zaman içinde ortak düşler de biriktiriyor. Demir’in on bir kadın gerilla ile ortak düşleri var. Soruyu sorduğum anda gözünde gördüğüm anlık hüzne rağmen yüzü gülüyor. Bunu duymak hoşuna gidiyor.
“Nasıl desem orada tanıştığım kadınlarla İstanbul’da Boğaz’da çay içmek istiyorum. Bu durum ancak özgürlük ortamında mümkün olabilir. Kadınların dağdan indiği ve kendilerini özgürce ifade edebildiği bir ortamda mümkün olabilir. En büyük arzum bu. Umarım da bu bir gün hayata geçer. Özgürlük düşümde bu durum bir yerde duruyor.”
“İHRAÇ EDİLMŞ TÜRK KİMLİĞİ”
Kıbrıs’a ilk kez gelen Demir, adanın da benzer sorunlarla mücadele ettiği kanısında. “Hepimizin zamana ihtiyacı var” derken öneride de bulunuyor. “Herkesin Rumca ve Türkçe konuşması gerektiği kanısındayım. Ancak birbirinizin dilini öğrenerek birbirinizi daha iyi anlayabilirsiniz.” Tüm sorunların kaynağı olarak ise ulus devlet fikrini gösteriyor.
“Ulus devlet yapısı sizin adadaki iki dil konuşmanız fikrini dışlıyor. Burada ihraç edilmiş bir Türk kimliği ile karşı karşıyasınız. Hâlbuki ne olacak şu sınır… o kadar manasız ki. Bunlar hep ulus devletin sonuçları. O yüzden bu fikre karşıyız. Demokratik özerklik örneğin Rojova’da uygulanan model bu sorunları ortadan kaldıracak model. Kıbrıs’ı çok tanımıyorum ve toplumsal aşamaları bilmiyorum. Fakat halkların bir arada yaşayacağı mekanizmaları önemsiyorum. Aslında bu mekanizmalar ulusal ve mezhepsel tüm düşmanlıkların ve savaşların panzehiridir. Kıbrıs’taki sosyalistlerin, solcuların ve siyasette var olan kesimlerin de Rojova modeline bakması gerek. İlla ki uygulama anlamında değil belki sadece anlamak için. Bence hayatta esas olan halkların bir arada yaşayabileceği toplumsal ve siyasal düzenlerdir.”
“BİR YAŞAR KEMAL DAHA OLMAYACAK”
Kürt meselesi, röportaj ve kitaplardan bahsedince tüm bunlara tekabül eden bir isim var aklımda, sözünü etmeden geçemeyeceğimiz… Yaşar Kemal, “Röportaj, bir sanat, bir edebiyat türü, bir yaratma örneğidir” diyerek yaptığımız işi hem yüceltmiş, Türkiye’de atmış yıl boyunca sürdürdüğü röportaj yazarlığıyla adeta devrim yapmıştır.
“Doğrudur benim için de Yaşar Kemal röportaj tekniğini öğrendiğim yazarlardan birisidir. Türkiye’de söyleşi ve röportaj teknik anlamda birbirine karıştı. Bu konuyu araştırırken karşıma çıkan isimlerden biriydi. 1999 yılında Gündem Gazetesi’nde çalışırken oraya geliyor ve beni Kürt sanıyordu. Bana bir gün Kürtçe “eşek” dedi, ben anlamadım. Severek, saçımı okşayarak benimle sohbet etmişti ve aklımda hep bu an kaldı. Türk olduğumu anlayınca daha da ilgiyle, sevgiyle yaklaştı bana. Edebiyat dünyasına kattıklarına ilişkin benim bir şey söylememe gerek yok, eserleri zaten ortada. Asıl üzücü olan bir daha onun gibi birisinin dünyaya gelmeyecek olması. Bir daha hiç kimse Çukurova’yı bize onun anlattığı gibi anlatamayacak. Hayatta her şeyin değiştiği gibi edebiyat da değişiyor. Edebiyat yüzeyselleşiyor. Yaşar Kemal yazdığı eserlerle edebiyat keyfini de bize kazandırdı. Hem politik duruşu hem de edebi yönü ile bir daha böyle bir insan hayata gelmeyecek.