Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
İnsan gündelik hayatın akışı içinde ilginç tecrübeler yaşıyor. Geçtiğimiz hafta kendi adıma böylesi bir tecrübe yaşadım. Tarihi ve saati önceden kararlaştırılmış bir toplantıya katılmak üzere belirlenen mekâna gitmiştim; baktım kapı duvar, etrafta kimsecikler yok. Biraz bekledim, sonra herhalde yanlış hatırlıyorum diyerek geri döndüm. Merak ettim, durumu öğrenmek için aynı toplantıya katılacağını bildiğim bir dostuma mail atıp sordum. Meğer toplantının tarihi değiştirilmiş, bu değişiklik katılımcılardan oluşan gruba facebook üzerinden bildirilmiş, benim facebook hesabımın olmadığı/olamayacağı hiç kimsenin aklına gelmediği için, durumdan haberim olmamış. Bunu öğrenince şunu düşündüm: Sanal dünyada yer almayan, gerçek dünyada artık kendine yer bulamıyor. Bu düşüncemi şaka ile karışık beni durumdan haberdar eden dostuma da yazdım. Onun verdiği karşılık ise şu oldu: “Sanırım sanal dünyanın hızına kapılan insanlar, gerçek hayatın imkânlarını kullanmayı unutuyor”. Sevgili dostumun verdiği bu yanıt, sanal dünyaya yeterince dâhil olmadığım için yaşadığım küçük tecrübeyi fazlasıyla aştığından mıdır nedir, özellikle işaret ettiği ‘hız’a takıldım ve meseleyi daha geniş ölçekli bir kez daha düşündüm.
Bilgisayar teknolojisinin kuşattığı bir dünyada yaşadığımız aşikâr. Bunun hayatımıza kattığı olumlu ve olumsuz yanlar hep tartışılıyor, konuşuluyor. Bu konuda söylenenlerin çeşitliliği bir yana ortak kanaat, bu alanda yaşanan devasa gelişmelerin insanlığın gelişim tarihinde radikal kopuşları içeren değişikliklere/değişimlere yol açtığı. Kanımca burada asıl dikkat çekici olan husus bu kopuşun, değişimin bizatihî ‘gerçeklik’in kendisinde yaşanması. Şöyle ki, şimdilerde tam da bilgisayar teknolojisinin hüküm sürdüğü alanda, zamanın ve mekânın kuşatıldığı, bu bağlamda sınır tanımayan, bir başka ifadeyle zaman-mekân sıkışmasının yaşandığı, çok dinamik bir süreç söz konusu. Bunun böyle olması, genelleme yapamayacak olsak da büyük oranda insanın (bilgisayar insanının) ‘verili gerçeklik’ ya da ‘doğal/nesnel gerçeklik’ ile olan ilişkilerine de doğrudan yansıyor. Bir defa burada öncelikle ‘biçimsel’ bir farklılık var. O da şu: İnsanla ‘gerçeklik’ arasına bir ‘ekran’ giriyor. Sonrasında bu gerçeklik ekrana taşınıyor, daha doğru bir ifadeyle gerçeklik (verili, doğal, nesnel gerçeklik) orada yeniden üretiliyor. Bir yandan inanılmaz teknolojik gelişmelerin vardığı düzey, diğer yandan bunun yarattığı hız ve fırsatlar bolluğu, bu zemin üzerinden kendine özgü bir gerçekliğin, adını net olarak ifade edecek olursak, ‘sanal gerçekliğin’, üretilmesine yol açıyor. Üstelik sadece böyle bir ‘gerçeklik’ üretilmekle de kalınmıyor, bu aynı anda o ekran üzerinden dolanıma da sokuluyor ve çoğaltılıyor. Bu vesileyle kendine özgü yeni bir ‘bilinç’, bir ‘sanal bilinç’ oluşuyor. Ancak başka bir şey daha oluyor: Hızla üretilen bu ‘sanal gerçeklik’, aynı hızla tüketiliyor. Sonuç itibarıyla çok kolay elde edinilen bilgilerden mürekkep böylesi bir (sanal) ‘gerçeklik’, hem çok kolay popülerize hem de çok kolay magazine ediliyor ve bir o kadar da kolay tüketiliyor. İşte böyle olduğu için olsa gerek gündelik yaşamın içinde dolanıma giren, yaygınlık kazanan bu türden bilgilerin, derinliği olan ‘gerçek bilgiler’ değil, sığ ve kolay tüketilen ‘enformatik parçacıklar’ oldukları ve tam da bu yüzden hızla tüketildikleri tespiti geniş kabul görüyor. Bu baş döndürücü hızın sadece ‘sanal dünya/yaşam’ ile sınırlı kalmadığı, aynı zamanda ‘gerçek dünya/yaşam’ı da kuşattığı ve kendine benzettiği gerçeği ise, bilgisayarın hayatımızdaki vazgeçilmez önemdeki yerini ortadan kaldırmıyor olsa da, her şeyin bir çırpıda uçup gittiği, neredeyse ‘sahici’ hiç bir şeyin kalmadığı, dahası bu sürece dâhil olmayanların da neredeyse yok sayıldığı bu dünyayı ve yaşamı sorgulamayı zorunlu hale getiriyor. Eğer durum böyleyse o zaman neler oluyor diye biraz hız kesmek, hatta durmak ve düşünmek gerekmez mi?
Yaşadığım basit tecrübe vesile oldu, kendi adıma ben durdum ve biraz düşündüm. Aklıma Sokrates’le ilgili bir yerlerde okuduğum anekdot geldi: Her zaman bilgeliğiyle öne çıkan bu ünlü Antik Yunan filozofu, bir asker olarak Peloponnes Savaşı’nda yer almış. Üstelik yer almakla kalmamış, kahramanca savaşmış da. Ancak bir asker de olsa nihayetinde o Sokrates’tir ve sonunda Sokratesliğini göstermiş. Birliğin yürüyüşü sırasında, bir fırsatını bulmuş ya da kendisi bir fırsat yaratmış, birdenbire olduğu yerde durmuş ve derin düşüncelere dalmış. O kadar ki, kendini de, bulunduğu yeri de, konumunu da unutmuş ve bütün bir gün, bir heykel gibi hareketsiz kalmış? Sokrates’i bulunduğu konumdan/yerden, içinde yaşadığı gerçeklikten koparıp başka konuma/yere savuran düşüncelerin ne(ler) olduğunu hiçbir zaman bilemeyecek olsak da, burada onu harekete geçiren şeyin ‘düşünmek’in kendisi olduğu aşikâr. Sebebi ne olursa olsun -hatta sebebi bir şey olsun ya da olmasın- ‘düşünmek’in, içinde yaşanılan gündelik hayatın sıradanlığını, tekdüzeliğini aşan, mevcut gerçekliği sorgulamaya yönelik bir mahiyeti var. Bunu yapmak ise evvel emirde yaşamın sürükleneni olmaktan çıkmak, bir başka ifadeyle yaşamın dinamiği karşısında hız kesmek, hem o dinamiği farklı boyutlarıyla anlamaya çalışmak ve hem de onun sürükleneni değil etkileyeni olmaya çalışmak demek. Nereden bakılırsa bakılsın çok ‘sahici’ bir duruş bu ve insanı sadece yaşamın karmaşası karşısında güçlü kılmıyor, aynı zamanda hem yaşam ve hem de ölüm karşısında yaşadığı korkularını, endişelerini ve çaresizliklerini aşabilmesinde sağlam bir zemin de teşkil ediyor. Felsefenin (bunu düşünce olarak okumak da mümkün) bir bakıma hem yaşamı hem de ölümü öğrenmek/anlamak, öğrenmeye/anlamaya çalışmak serüveni olduğu hatırlanırsa, onun (felsefenin/düşüncenin) hayatımızdaki vazgeçilmez yeri de böylece bir kez daha açığa çıkmış oluyor. İşte bilge filozof Sokrates’in üstelik bir savaş ortamında ve de bir asker olarak bütün gün bir heykel gibi durarak düşünmesi (o ‘düşünmek’ eylemi hangi saikle yapılmış olursa olsun) herhâlde bu gerçekliğin çarpıcı kanıtı olsa gerek.
Felsefe/düşünce tarihi içinde bilgelerin vazgeçilmez bir yeri olduğu yazılı kaynaklarda her zaman dile getirilmiştir. Örneğin ‘Varoluş Felsefesi”nin önemli isimlerinden Karl Jaspers “Felsefe Nedir?” kitabında onlar için ayrı bir parantez açmış, temel karakteristiklerini, her koşulda iç bağımsızlığını korumak, mülkiyet tutkusunun esiri olmamak, korkularından arınmış olmak, devlet ve siyasa ile ilgili olmamak, dinginliğinin kendi başınalığı içinde dünya yurttaşı olarak yaşamak diye belirlerken, bilgenin bu vazgeçilmez temeller üzerinde felsefe yaptığının (düşündüğünün), yaşama müdahil olduğunun altını çizmiştir.
Sanal ortamın ve hızın büyük oranda egemen olduğu günümüz dünyasında, sadece ‘bilgi-bilinç’ kapsamındaki yoğunluk bakımından değil, aynı zamanda bir ‘duran/düşünen’ insan olarak da ‘bilge’ aramak ne kadar gerçekçidir bilmiyorum. Ancak görünen o ki, ‘sanal dünya’nın kuşatması altında olan ‘gerçek dünya’dan giderek el ayak çeken, onun parçası ve savrulanı haline gelerek kendi gerçekliğinden uzaklaşan bugünün insanı ciddi anlamda bir ‘varoluşsal kriz’ geçirmektedir. Bu krizle yüzleşmenin yolu ise galiba ilk adımda biraz hız kesmeyi, durmayı ve düşünmeyi gerektirmektedir.
Sanal âleme dâhil olmamanın cezasını yapılacak toplantıdan habersiz kılınmak suretiyle çekmek ve kapıda kalmak fazla mı ağırıma gitti nedir, bunları düşündüm ve Descartes’in cogitosunu naçizane değiştirerek “ontolojik” bir ‘soru/tespit’ cümlesine dönüştürdüm. Kararı herkes kendisi versin:
“Duruyorum, o halde var(mıy)ım!?”