Hakkı Yücel
“Her medeniyet belgesi aynı zamanda bir barbarlık belgesidir” veciz cümlesi, 20.yüzyılın en dikkate değer düşünce ve kültür insanlarından birisi olan Walter Benjamin’ e ait. Bu aforizmatik cümle onun Fransa-İspanya sınırında yer alan, aynı zamanda öldüğü yer olan, Port-Bou’daki mezar taşına -burası gömüldüğü yer kesin olarak bilinmediği için aslında bir anıt mezar olarak yapılmıştır- da kazınmış. Bilindiği üzere hayatının son döneminde Fransa’da (Paris’te) yaşayan Benjamin, Nazi işgalinden kaçarken bu sınırda yakalanmış, İspanya’ya geçişine izin verilmeyince de intihar etmişti. Ondan geriye kalan ve bugün üzerinde hâlâ çok konuşulan külliyatından süzülen ve bir bakıma insanlık tarihinin serencamını -20.yüzyılın ortalarına dek varan serencamını- özetleyen bu cümlenin (yazıldığı günden bu yana neredeyse seksen yıl geçmiş), bugünün dünyasına bakıldığında, geçerliliğini daha da belirgin bir şekilde koruduğu çok açık. Vahim olan da galiba bu. Vahim, çünkü yaşanmış bunca deneyim ve ödenmiş bunca ağır bedele rağmen insanlık, gelişme adına attığı her adımda, kendinin ve dünyanın deyim yerindeyse sonunu getirecek bir uçuruma doğru sürüklenmeye devam ediyor. Arayışlar süre dursun -kuşkusuz devam edecektir-, bu felaket yolundan nasıl çıkılacağı ise henüz meçhûl. Ancak öyle olsa da, özellikle kriz hallerinin derinleştiği, buna bağlı düş kırıklıklarının yoğunlaştığı bu kritik dönemeçlerin, aynı anda, geçmişin ağır yükü altında ezilen şimdinin, kendi sorunlarını aşmaya yönelik, kendini dönüştürmesine ya da yeniden inşasına ve gelecek tahayyülleri kurmasına zemin teşkil edecek kimi dönüştürücü düşünsel/siyasal açılım ve yaklaşımları tetikleyen potansiyeli içkin oldukları da tarihsel bir gerçeklik. Bir başka deyişle ‘kriz-düş kırıklıkları- yeni umutlar/arayışlar’ döngüsü, aynı zamanda yaşamın yaratıcı dinamiği özelliği taşıyor. Bu noktada Benjamin’i ve onun da dâhil olduğu Frankfurt Okulu’nu hatırlatan da işte şu an itibarıyla bir başkası yaşanan düş kırıklığı ve buradan çıkış adına sürdürülen çabaların mevcudiyeti. Öyledir de, insanlık adına büyük umut ve beklentilerle girilen 21. yüzyılın bugün gelinen aşamada sergilediği kaotik ve bir o kadar da kanlı tablo, Benjamin’in “her medeniyet belgesi aynı zamanda bir barbarlık belgesidir” tespitini bir tokat gibi suratımıza çarpmaya devam ediyor.
Sahi dertleri neydi kafa patlatıp duran bu insanların? İnsanoğlunun doğa karşısındaki teslimiyetini ve çaresizliğini kendi aklı/iradesiyle aştığı, şimdiden sonra doğaya hükmederek kendine göre ve kendisi için değiştireceği döneme geçtiği, her anlamda geri döndürülemez bir ilerlemenin yaşanacağı iddiasını içkin ‘Aydınlanma’ ile başlayan ‘Akıl/Umut Çağı’nın, 20.yüzyıl ortalarına gelindiğinde, ilerleme adına elde ettiği kazanımlara rağmen, beraberinde iki dünya savaşı da dâhil olmak üzere çok kanlı ve acımasız bir serüven yaşadığı, bu bağlamda büyük düş kırıklıklarına sebep olduğu inkâr edilmez bir gerçeklik. Nihayetinde bu zalim serüvenin doğrudan kurbanlarından olan Benjamin’nin ve de onunla birlikte Frankfurt Okulu’nun temel hareket noktası olan ‘eleştirel teori’, işte tam da buradan doğan düş kırıklıklarının tetiklediği/açığa çıkardığı, bu kanlı ve acımasız sürece yönelik sorgulayıcı/eleştirel bir karşı tavır/arayış/anlayışın ifadesidir. ( Bunu yapan şüphesiz sadece onlar değildir) Daha çok teorik bir mahiyet taşıyor olsa da, yaşanmakta olan ekonomik/siyasal/toplumsal hareketlerin arka planını teşkil eden -özellikle sol- ideoloji/zihniyet dünyasını hedef alan bu karşı tavrın/arayışın/anlayışın, son kertede doğrudan yaşam pratiklerini etkilemesi de kaçınılmazdır. Bu etkileşimin hangi boyutlarda olduğu konusu bir yana, sanırım burada dikkat çekici olan nokta, başta da belirtildiği üzere, düş kırıklığı gerçeği ile onun tetiklediği yeni arayışların paradoksal bir aradalığı ve dahası yeni anlayışlara/perspektiflere kapı aralama potansiyeli içermesidir.
Benjamin, daha geniş ifadeyle onun da dâhil olduğu Frankfurt Okulu, geriye bıraktıkları miras göz önüne alındığında, bu bakımdan çarpıcı bir örnektir. Şöyle ki tam da bu düş kırıklığı ortamında, sözgelimi Benjamin, zamanı ileriye doğru (ilerleme yönünde) lineer bir akış olarak değerlendiren Aydınlanmacı anlayış yerine, zamanın geçmiş-şimdi-geleceğin üst üste binerek birliktelik oluşturduğu bir bütünlük içinde okuma anlayışını öne çıkarmakta; her dönemin kendinden sonraki dönemi tahayyül ederken, aynı anda kendinden önceki dönemi de değişime uğratacağına vurgu yapmaktadır. Bu anlayış ve yaklaşım, ciddi bir Aydınlanma eleştirisi olduğu kadar, ilerlemeci tarih anlayışını ters yüz etmesi ve yeni bir tarih anlayışını işaret ediyor olması -aynı zamanda ilerleme masalının nasıl barbarlığa dönüştüğünün anlaşılması bakımından- da dikkat çekicidir. Keza Benjamin’in bu çarpıcı tespitlerinin, kaçınılmaz olarak, yerleşik ilerlemeci anlayışla uyum içinde olan, dünyayı buradan görüp değerlendiren zihinsel konformizmi, bununla örtüşen entelektüel aklı sarstığı, o zihniyetin kendini sorgulamasını, yaratacı/dinamik bir mahiyet kazanmasını tetiklediği gerçeği de, ayrıca altı çizilmesi gereken bir başka husustur. Devamla, örneğin yine Frankfurt Okulu’nun diğer iki büyük ismi Horkheimer ve Adorno’nun, bir o kadar ünlü “Aydınlanmanın Diyalektiği” (Kabalcı Yayınevi) başlıklı çalışmalarında, insanlığın göz kamaştırıcı maddi/teknolojik gelişme ve refah artışı serüveniyle aynı oranda göz karartıcı barbarlık serüvenini eş zamanlı sürdürmelerinin nedenlerini sorgulamaları, buna yanıt aramaları ve bu konuda görüş ve değerlendirmelerde bulunmaları, bir başka ciddi Aydınlanma eleştirisidir. Bu bağlamda, Aydınlanma öncesi dinsel büyülerin ve mitlerin tutsağı olan insanoğlunun, Aydınlanma döneminde “aklın(ın) büyüsünün tutsağı” olduklarını belirten ikili, nesnellikten giderek uzaklaşarak öznel bir mahiyet kazanan, kendi doğrusuna tapan, kendisi için her şeyi mübah gören ve buna uygun olarak araçsallaş(tır)an, güç ve iktidar üreten aklın, son kertede bu barbarlığın yaratıcısı olduğu tespitleri de son derece çarpıcı ve açıklayıcıdır. Ya da yine aynı okula mensup, adı ünlü çalışması “Tek Boyutlu İnsan”la (İdea Yayınevi) özdeşleşen Marcuse’ün dönem insanını tanımlarken, onun kendini satın aldığı/ sahip olduğu metalar üzerinden tanımladığı, kendine giderek yabancılaştığı ve ‘tek boyutlu’ bir mahiyet kazandığı yolundaki değerlendirmeleri, bugünlere taşan ve bugünleri de açıklayan (şimdilerin tüketme çılgınlığı içinde olan insanı ve toplumlarını hatırlayalım) bir mahiyet arz etmektedir.
Benjamin ve diğerlerinin insanlığa bıraktıkları mirası hatırlarken,yeni bir döneme kapı aralanan 21.yüzyılda, varılan aşamanın bir kez daha “kriz-düş kırıklıkları-yeni umutlar/arayışlar’ döngüsü yarattığını söylemek mümkün.. Durumun vahşeti ise Benjamin’in veciz cümlesini hatırlattığı -haklı çıkardığı- çok açık. Benjamin’in bu dramatik tespitinin kendi sonuyla da örtüşmesi -sonuçta o bu barbarlıktan kaçarken intihar etmişti- ise adeta tarihin bir cilvesi gibi. Bu noktada değinmeden geçemeyeceğim ise, 20.yüzyılın bu çok değerli düşünce-kültür insanın, aslı bile olmayan, mezarına dair okuduklarım. Svetlana Boym “Nostaljinin Geleceği” (Metis Yayınları) kitabında anlatıyordu: “1995’te Port Bou’ya gittiğimde Ticaret Odası’ndaki adam ‘Neden Benjamin’i arıyorsunuz’ diye sormuştu. ‘Buralı bile değil ki o. Kentte görülecek bir dolu şey var.’ Gerçekten de güney İspanya’dan göçenlerle kalabalık bir nüfusa sahip, hareketli bir Katalan kasabası olan Port Bou’nun Benjamin’le çok az bağı var. Benjamin’in geçmesine izin verilmeyen o aşılmaz sınırın yerinde artık eski bir gümrük kulübesi, bir Coca-Cola standı ve yeni sınırsız Avrupa’ya yönelik farklı dillerde birkaç reklam var.” 95’ten bu yana bir değişiklik var mı ya da ne kadar var, bilmiyorum. Ama doğrusu ben, onu kendinden saymayan Benjamin’in Port-Bou’daki yalnızlığını, tam da onun dediği gibi, arkasında barbarlığı gizleyen medeniyetin tecellisi olarak görüyorum. Hele yine Boym’un yazdıklarından hareketle, aynı bölgede Avrupalı sürgünler adına dikilen anıtın, Benjamin’in ünlü ‘Pasajlar’ adlı çalışmasından mülhem ‘metalik bir bacayla’ simgeleniyor olduğunu öğrendikten ve asıl Boym’un “Dana Karavan’ın bu eseri (Avrupalı sürgünler adına dikilen ant. Hy) Benjamin’in gözde metaforu olan -özlemlerinin çoğunu keşfettiği on dokuzuncu yüzyılın alışveriş pasajlarında olduğu gibi- bir geçidi (pasajı) simgeliyor. Bir tek fark var: Bacayı andıran bu metalik pasaj kent hatıralık eşyalarının ve metalarının sergilendiği bir yere değil, ölüme, hatta bir gaz odasına giden merdivene benziyor” cümlelerini okuduktan sonra o barbarlığın mevcudiyetini çok daha aşikâr hissediyorum..