Milliyetçi anlayışın temel özelliklerinden biri bireyi bir kolektifin “organik” parçası, hatta “kendisi” olarak algılamasıdır. Bu algı, suçsuz insanların sırf ulusal kimlikleri yüzünden her türlü kötü muameleyi görmelerinin kavramsal zeminini oluşturur. Bireylerin ardında ait olduğu ulusun “kötü niyetleri” arandığı gibi, bir ulusun üyeleri kendilerini “ötekine” karşı düşmanlık beslemekle adeta yükümlü sayar.
Sosyal psikolog Arno Gruen bu olguyu irdelerken Balkanlar’da bir Müslüman bir Türk ile bir Hıristiyan arasında yaşanan bir olay aktarır: “Savaş sonrasında bir gün Karadağlı bir Yugoslav olan Sekula, Müslüman bir Türk ile karşılaşır. Her ikisi de Akova’dan Mojkovoc’a gitmektedirler. Birbirlerini önceden tanımıyorlar. Gitmek zorunda oldukları şehirlerarası yol, yolcuların sık sık pusuya düşürüldüğü ormanlık bir araziden geçiyor. Müslüman, yanında bir Karadağlı olmasından hoşnuttur. Sekula ise civarda Müslüman partizanların varlığı bilindiğinden bir Müslüman ile yolculuk yaptığı için kendisini daha güvende hissetmektedir. İkisi dostça bir sohbet tutturup birbirlerine sigara ikram ederler. Müslüman’ın mülayim bir aile babası olduğu her halinden bellidir. Ormanlık arazideki yolculuk iki erkeği birbirine yakınlaştırır. Ne var ki, Sekula bu yakınlıktan tedirginlik duymaya başlar. Müslüman birine karşı hiç bir düşmanlık duymaması, ondan nefret etmemesi, onu sıradan ve herhangi biri olarak kabul etmesi içinde suçluluk duygusu duymaya başlamasına yol açar. Hikâyenin devamı şöyle gelişiyor: “Sıcak bir yaz günüdür. Yol ormanın içindeki bir derenin kenarından geçtiğinden, her iki yolcu da hoş bir serinlik hissetmektedir. Dinlenip bir şeyler yemek için bir yere oturduklarında, Sekula tabancasını çıkarır. Güzel bir silahtır ve niyeti biraz övünmektir. Müslüman, tabancaya beğeniyle bakarak dolu olup olmadığını sorar. Sekula, dolu olduğunu söylediği anda aklına parmağının bir hareketiyle Müslüman’ı öldürebileceği gelir. (Yine de henüz böyle bir karar almış değildir) Tabancayı Müslüman’a çevirir, tam iki gözünün arasına nişan alır, sonra da ‘Evet dolu ve eğer istersem seni öldürebilirim’ der. Müslüman güler, ‘Şeytan doldurur’ diyerek Sekula’dan tabancayı indirmesini rica eder. Sekula bir anda yol arkadaşını öldürmek istediğini anlar. Eğer bu Müslüman’ı hayatta bırakırsa, yaşadığı utanç ve suçluluk duygusuna tahammül edemeyecektir. Yanlışlıkla olmuş gibi yaparak, adamın gülen gözlerinin ortasına ateş eder”.
Yukarıda anlatılan olay, bir zamanlar Tito’nun yandaşlarından olup daha sonra ona karşı çıkan Milovan Djilas’ın “Land Without Justice” (Adaletsiz Ülke) adlı kitabından alındı. Ünlü sosyal psikolog Arno Gruen “İçimizdeki Yabancı” adlı eserinde Djilas’tan yaptığı bu alıntıya yer vererek insanlarda şiddet ve nefretin kaynaklarına değinirken şu önemli saptamada bulunur: “bu hikâyede en çarpıcı olan, Sekula’nın yabancı Müslüman’dan nefret ettiği için değil, ondan nefret edemediği için onu öldürmesidir”. Gruen şöyle devam eder: “Müslüman’dan nefret edememesi, onda utanç ve suçluluk duygusu yarattığı için onu öldürmüştür ve onu öldürdüğünde, kendi içindeki insanlığı da öldürmüştür”.
Arno Gruen, bu hikâyeden şöyle bir sonuç çıkarıyor: “Yabancılara duyulan nefretin daima insanın kendisine duyduğu nefretle bir ilişkisi vardır. Eğer insanların neden başka insanlara acı çektirip onları aşağıladıklarını anlamak istiyorsak, önce kendi içimizde tiksindiğimiz şeylerle uğraşmalıyız; çünkü bir başkasında gördüğümüzü sandığımız düşmanı ilk olarak kendi içimizde aramamız gerekiyor. İçimizdeki bu parçayı, bize onu hatırlatan yabancıyı yok ederek susturmak isteriz.”
Evet, milliyetçilik etnik gruplara birilerinden nefret etmeyi öğretebilir. Fakat bu “bilginin” yok edici bir eyleme dönüşmesi ancak kendimizde nefret ettiğimiz unsurlarla eklemlendiği vakit mümkün oluyor. Bu yüzden de “ötekinde” tiksindiğimiz şey, kendimizde olup da yüzleşmek istemediğimiz öz nefretten bağımsız değildir.
Not: Bu yazı ilk defa 5 Kasım 2012 tarihinde yayınlandı