E, Napacan !

Tamer Öncül

Vereceğim yanıttan endişeli bir ifadeyle “Nasılsın?” diye sordu arkadaşım…
Yüzümdeki acı gülümsemeyi görünce, toplumsal ruh halimizi özetleyen şu cümle döküldü dudaklarından: “Arık kimse NASILSIN diye sormasın birbirine!”
Kıbrıslılar genelde “Nasılsın?” diye sormazlar; “Napan?” sorusu daha yaygındır…
Ezeli boş vermişliğimizi; hayatı Tİ’ye alan umarsızlığımızın simgesiydi “Napan; napayım; e napacan?” diyaloğumuz…
Giderek, toplumun yapısıyla bu diyalog da değişti…
“Nasılsın-napan?” sorusuna verilen en yaygın yanıt, “İdare ederik!” oldu… Binlerce yıldır  hep başkaları tarafından idare edilmenin acısını çıkarmak içindi belki de bu yanıt…
“Artık, biz de İDARE ederik…” diyerek; umutsuzluğu, umuda döndürme çabasıydı belki de bu söylemin ardında yatan…
Oysa, her kes de biliyordu ki; ne İDARE bizdeydi; ne de İRADE…
Annan Planı referandumundan hemen sonra, acı bir yıkılmışlık duygusuyla öğrenmiştik ( ya da kabullenmiştik) bu durumu…
Yıllarca önce (11-01-1996) “Kendi insanımıza, toprağımıza, değerlerimize, bugünümüze ve yarınımıza sahip çıkmadığımız sürece de, başkaları bizim için senaryolar yazmayı sürdürecek; ve “gelecek” bitecektir. Bunu değiştirmek için önümüzde fazla zaman yok... Bunun bilincine varıp, “büyüklerimiz”den bir şey bekleme yerine, kendimiz bir şeyler yapmalıyız... Onların bize ne yaptığı ortada!..” satırlarıyla bitirmiştim (Ne Oldu Bize? Başlıklı) bir yazımı…
Referandum’un ardından (yenilmişlik psikolojisiyle) bu yönde uğraşacağımıza; bireysel kurtuluş peşine düştük… “İkinci ganimet dönemi”nin nimetlerinden yararlanmak önceliğimiz oldu… Artık KAVGA(!) bu uğurdaydı…
Biz bu “kutsal kavgamızla” günü ve kendimizi kurtaracağımız yanılsamasında debelenirken her geçen gün daha dibe battık; battıkça kirlendik; battıkça kimliğimizi, kişiliğimizi, duyularımızı ve insanlığımızı kaybettik…
“Ben kendimi kurtarayım da” bencil umudumuzun; “Bana bir şey olmaz!” vurdumduymazlığının; “memleketi, çevreyi vb. ben mi kurtaracağım” sorumsuzluğunun, bize bir şey kazandırmadığı gibi; her geçen gün bir şeyler götürdüğünü anlamamız biraz uzun sürdü…
Neredeyse, günde bir insanımızın kanser olduğu haberini aldıkça; eğitim düzeyimiz cebimizdeki paradan daha hızlı değer kaybettikçe; “kaza, hırsızlık, esrar, tecavüz, cinayet vb.” haberleri gazeteler daha çok yer kapladıkça; çözümsüzlük derinleştikçe, umudumuz da tükeniyor…
Artık, birilerinin bizim için bir şey yapmasını bekleyip durmanın anlamsızlığını görmemiz gerek… (Gerçekten) insanca bir yaşam; özgürlük, adalet, barış istiyorsak; bize dayatılan, umutsuz, mutsuz (tüketmeye dayalı) yaşam tarzından kurtulmak istiyorsak; (işe kendimizden başlayarak) değişmenin ve değiştirmenin yolunu açmalıyız…
Başka bir yaşam tarzının, başka bir dünyanın mümkün olduğunu görmek; ve bunu bizim de başarabileceğimize inanmak için kafamızı cep telefonlarından kaldırıp dünyaya bakmamız yeter…
Meksika’da  kendi parasını basıp komün hayatı yaşayan köylülerden; İspanya’nın (Endülüs Bölgesi’nin Sevilla kentine bağlı; duvarlarında “Ütopyaya Yolculuk” yazan) Marinaleda köyündeki komün hayatını on yıllardır sürdüren insanların başardığını biz başaramaz mıyız?
Yoksa bizim onlardan farklı olarak KAYBEDECEK çok şeyimiz mi var?
Yanıtınız buysa, benim yanıtım da “E, NAPACAN!..” olur…