Simge Çerkezoğlu
Ece Temelkuran’ın yeni kitabı ‘Devir’ bir direnişin ve devreden olayların hikayesi. Bir toplumun aklını kaçırmadan acılara göğüs germesinin ve Türkiye’de yaşanan delirme halinin özeti. Kitaba ilişkin bugüne kadar pek çok röportaj yayınlanmış olsa da biz konuşulmayanları konuştuk. Hem de kendini göstermekten hep sakınan etkileyici, güçlü ve direngen bir kadınla…
“Unutmamakla hatırlamamak aynı şey değil” diyor Ece Temelkuran ve kitabını da "Unutulmayacak olanlar kalır ya hatırlamayacaklarımız?" sorusu üzerine inşa ediyor.
“Bütün Türkiye tarihini hangi kanattan gelirsek gelelim unutmayacağız ihtirası üzerine kuruyoruz. Ölülerimizi, yaşanan olayları, kanlı hadiseleri ve kayıplarımızı unutmayacağız gibi… Elbette bunun haklılık payı var. Bir yandan bütün bir tarih unutulmaması gereken kayıplar yığınına dönüşüyor, öte yandan hatırlamadığımız, hatırlamaya değer bulmadığımız ayrıntılar unutuluyor. Bu ayrıntıların, unutmamaya yemin ettiğimiz ölümler kadar belki de onlardan bile daha önemli olduğunu düşünüyorum. O yüzden unutmamakla hatırlamamak aynı şey değil diye düşünüyorum. Kitabı yazmak için ben sekiz yaşıma geri döndüm. Neleri hatırlıyorum neleri unutmadım diye... Unutmadığım şeyler var ama unutmak hep kötü, olumsuz olanla ilişkili. Bir de hatırlamadığım şeyler var. Hatırlayınca aslında o dönemi, hem de insanın matematiğini daha iyi anladığım şeyler var. Bugünkü Türkiye’de yaşadığımız günlerde de unutmayacağız dediğimiz çok kanlı ve acılı hadiseler var. Bundan 30 yıl sonra sadece bunları anlattığımızda bugün Türkiye’de nasıl bir ruh hali yaşandığını kimse anlamayacak. Sadece bazı isimler ve olaylar hatırlanacak ama nasıl olur da insanlar bunlara katlandı ya da neden insanlar gidişatı durdurmak için hiçbir şey yapamadılar bunu kimse anlayamayacak. Bunun için aradaki hayat ayrıntılarını bilmek gerekiyor. Ben 1980 için de aynı şey olduğunu düşünüyorum. Tam da darbe öncesi yaşadıklarımız bugün yaşadıklarımızın aynısı. Kitap o yüzden tarihi bir kitap değil bence, dönem kitabı da değil. Bugünün kitabı gibi…
“KIBRIS MERHAMETLİ BİR YER”
Türkiye’de hikâyeler hep devrediyor. İsimler ve tarihler değişiyor ama olaylar benzer kalıyor. İnsan bu durum değişir mi diye sormadan edemiyor…
“Bu soruya Kıbrıs’ta cevap vermek çok ilginç ve ironik. Burası Türkiye olmamasına, o ana karada bulunmamasına rağmen kaderini o ana karaya bağlamış hatta bağlantılandırmış bir yer. Bu kaderden burada yaşayan insanlar da Türkiye’den uzakta olmalarına rağmen son derece ağır şekilde etkileniyorlar. Ben Türkiye’nin toprağında merhametsizlik, acımasızlık ve sertlik olduğunu düşünüyorum. Ama Kıbrıs öyle değil tabii. Kıbrıs çok daha yumuşak ve barışçı bir yer. Bütün yaşanan kanlı olaylara rağmen ülkede o sertliği, gerginliği ve merhametsizliği hissetmiyorum. Devletten iktidardan gelecek şiddet devam edecek çünkü Türkiye’nin hamurunda ciddi değişiklik olmuyor. İktidarlar değişse de iktidar kullanma biçimi değişmiyor. Kitaptaki kahramanlardan bir tanesi Aydın da bunu merak ediyor. Türkiye’de yaşayan düşünen ve okuyan birçok insanın en büyük sorusu bu; ‘Neden ülke böyle, niye bir türlü daha iyi olamıyor!’ Doğrusunu isterseniz ben de cevabını bilmiyorum.”
“BAZILARI KENDİNİ FEDA EDER”
Kitapta bir cümle var ki adeta beni benden aldı. “Bazıları kendini feda eder ötekiler de izler. Bekler ki yangın geçsin. Yananlar yansın. Memleket onlara kalsın.” Tarihe bakınca Temelkuran böyle bir şey görüyor. Bakanlardan olmamak için de ortaya bu kitap çıkıyor.
“Herhalde bu kitapta alçaklığı en çok anlatan cümle bahsettiğiniz cümledir. Türkiye’de bunun çok yaygın bir tutum olduğunu düşünüyorum. Şu an için değil, tüm Türkiye tarihi boyunca yangının geçmesini bekleyen oldu. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada böyle zaten. Bu cümle, bunun böyle olduğunu, izleyenlerin olduğunu, yangın geçtikten sonra herkes kendini feda ettikten sonra çıkıp küllerin ve cesetlerin üzerinde mülkiyet iddia eden insanlar olduğunu söylemek için yazıldı. Bunu içim acıyarak yazdım.”
Gelecekle arası iyi olmayan insan Ece Temelkuran’ın hele de Türkiye’nin geleceğiyle ilgili derdi çok.
“Türkiye’nin geleceği ile çok iyimser olmadığımı söylemek zorundayım. Çünkü işler iyiye değil kötüye gidiyor. Sanatçıların, kendimi sanatçı yerine koyduğumdan değil de, hele de yazıp çizen insanların umutsuzluk zerk etme lüksü olmadığını düşünüyorum. Biz her şeye rağmen, ben de kendimi her şeye rağmen umut üretmek zorunda hissediyorum. Aksi boşu boşuna emek olurdu gibime geliyor. Öte yandan bu günlerde böyle bir şey yapmayı biraz zor buluyorum. Zülüm ile abat olanın sonu berbat olur sözüne güvenerek yaşadığımız günler… ve bu pek de iyi bir şey değil. Bunu söylediğim için bazen kızıyorlar, çok umutlu olmadığımı söylediğim için. Sanki bunu istiyormuşum, kötü bir sonu bekliyormuşum, hatta o umutu yaşıyormuşum gibi davranıyorsun diyorlar. Oysa öyle değil, benim işim gördüğüm şeyleri söylemek. Herşeye rağmen söylemek. Gördüğüm şey de, evet çok iyi bir durum değil. Bundan sonra iyi bir şey olsa bile bir önceki dönemin hasarını ortadan kaldırmak hiç kolay olmayacak. Hem ahlaki hem de siyasi hasarını ortadan kaldırmak kolay olmayacak.”
Tüm kitaplarınızı okudum. Hepsini bir arada görünce hem ne çok kitap okudum hem de ne çok yazdınız diye düşündüm. Yazar kimliğiniz artık gazetecilikten daha baskın gibi.
“Evet, Devir’i yazmak için iki yıl geçirdim. Diğerleri gazetecilik zamanında yazıldığı için gazeteciliğin o hızında da yazıldı biraz. Hepsi neredeyse bir, bir buçuk yıl sürdü. Şimdi daha az yazmak istiyorum. Hem enerjim eskisi kadar çok değil hem de çok söz söylemenin iyi bir şey olmadığını düşünüyorum artık. Daha az söylemek sanki daha çok söylemek gibi gelir bana. Ben her türlü yazarlık benden geldiği için aslında çok da ayırt edemiyorum. Gazetelerde de doğrusu bir tür edebi gazetecilik yaptım. Şimdi gazetecilik kısmı tamamen ortadan kalktı, edebiyat yapmaya çalışıyorum ve edebiyatın has olanına doğru yürümeye çalışıyorum. Bu da bence şimdilik benim için doğru olan şey.”
“SANDIĞIMIZDAN DAHA KALABALIĞIZ”
Kitabı kim eline alsa benzer tepkiler veriyor. Birinci baskının 100.000 adet olması konusu gündeme geliyor. Bazıları yazarı iddialı buluyor. Ben iddialı olmanın kötü bir şey olmadığını sözlerime eklerken Temelkuran kocaman bir kahkaha atıyor.
“Aslında bu kadar çok baskı yapmak benim kararım değil. Yayınevinin kararı. Hatta ben oraya yazılmaması gerektiğini de söyledim ama bu pazarlama ile ilgili bir şey. Kitap yazılırken başka bir duygu, kitap bir nesne haline geldikten sonra başka sürece giriyorsunuz. Hatta biraz da sevimsiz bir süreç. Sürekli kitabınızdan bahsediyorsunuz. Benim çok yüzüm görünüyor. Fakat gündemin bu kadar çok yoğun olduğu bir zamanda bunu yapmaktan başka da bir çareniz yok. Her yazar kitabının olabildiğince çok insana ulaşmasını ama en önemlisi de doğru adrese ulaşmasını çok ister. İddialı mı bilmiyorum. İçeriği daha farklı çok daha fazla okunan kitaplar var. Dini kitaplar, kişisel gelişim, dini içerikli kendine yardım kitapları var… Onlar çok daha iddialı. Ben de iddialı olmayı kötü bir şey görmüyorum. Kadın olunca belki iddialı olmak biraz daha sevimsiz duruyor ama napalım… Sandığımızdan çok daha kalabalık da olabiliriz.”