Hakan Karahasan
hakan.karahasan@gmail.com
“Öznenin dışında kalan her konu, obje” olarak tanımlanabildiği gibi, “belli bir ağırlığı ve hacmi, rengi olan her türlü cansız varlık, şey, obje” olarak da bilinen “nesne” tanımı itibarıyla kendi kendinin yerine geçebilme özelliğine sahip elle tutulur bir cansız varlık olabileceği gibi, elle tutul(a)mayan bir fikir, kavram da olabilmekte. Böylece, sadece başkaları tarafından fark edilen, düşünülen bir varlık olmaktan çıkıp, pekâlâ herhangi bir kavramdan bahseden yazar, şair, düşünür tarafından ifade edilmeye çalışılan “her türlü cansız varlık, şey, obje” de olabiliyor.
Konu edebiyat olunca, ister istemez kurmaca bir dünya ve bu kurmaca dünya içerisinde yer alan nesnelerin edebiyatta nasıl yer aldığı, alabildiği sorusunu ele almadan, hatta konuyu biraz da teğet geçerek, nesnenin kendi kendisinin nesnesi olması hâlinin edebiyat ile olan ilişkisine kısaca değinmek istiyorum. Şöyle ki: Eğer nesne yukarıda tanımı yapılan şekillerde ifade edilebiliyorsa, o zaman edebî bir metinde nesne derken aklımıza ne(ler) geliyor? Muhtemelen edebî bir eserde yer alan tüm cansız obje(ler), mekânlar... Lakin bu konu üzerine yeterince düşünüldüğü ön kabulünden yola çıkarak, daha az değinildiğini varsaydığım ikinci noktaya gelmek istiyorum. Söylemeye çalıştığım fikir şu: Nesne kendi kendisinin nesnesidir ve edebiyat ile nesne ilişkisine bakıldığında nesnenin aslında edebiyatın içinde sadece bir nesne olduğu görülebilecektir. Başka bir deyişle ifade edildiği takdirde, nesnenin edebî bir nesne olması onun nesne olmadığı anlamına gelmez. Tam tersi, edebiyatın nesnesi (olan nesne) de bir nesnedir. Yazıya başlarken ilk cümlede tanımı yapılırken vurgulanmaya çalışılan şekilde düşünüldüğü takdirde, her ne kadar paradoksal gelse de, durumun böyle olduğu görülebilecektir.
Peki, eğer her nesne kendi kendisinin nesnesi ise ve bu sonsuz bir şekilde devam etmekteyse, edebiyat ve nesne ilişkisine bakıldığı zaman, bütün bunlar bize ne söylemeye çalışıyor? Bu soruya bir çırpıda cevap vermek soruyu sormak kadar kolay değil. O yüzden, edebiyatın nesnesi olarak bazı örnekler vermek suretiyle konu üzerine düşünmenin bahsedilen mevzuyu daha derinlemesine düşünmemizi sağlamasını umuyorum sadece.
Bu noktadan hareketle, edebiyat ve nesne ilişkisi üzerine verilebilecek örneklerden bir tanesi olarak, edebî eserlerde şehir imgesinin bir nesne olarak kullanılması verilebilir. Şehri merkeze koyan ya da şehri anlatının bir parçası, destekçisi veya bir nesne olarak algılayan eserlerden birkaç örnek vermek istiyorum. Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabında “kentler ve anı”, “kentler ve arzu” gibi başlıklara bakıldığı zaman bir yandan anlatıda geçen kent ile ilgili olan başlıklar bizlere kentin bir nesne olduğu düşüncesini verirken, diğer yandan zamanda nesnenin edebî bir metinde ne kadar önem taşıdığını da gösteren önemli bir örnektir. Ancak tam da burada şu soruyu sormakta fayda var: Edebî bir metinde şehir sözcüğü ve/ya imgesinden bahsetmek, onu nesne yapmaya tek başına yeterli midir? Bu soru da başlı başına tartışılmaya açıktır. Lakin benim burada işaret etmek istediğim nokta daha çok edebî eserlerde nesne derken bunu sınırlandırmanın ne kadar güç olduğunu hatırlatmak ve ayrıca nesne derken bazen imgelerin de bir nesne olarak algılanabileceğini vurgulamaktan ibaret. Edebî eserlerde şehir ve şehirlerin varlığı-nesne ilişkisine dair en çok bilinen örnekler, daha önce başka bir yazımda bahsettiğim Gabriel García Márquez’in Macondo’su ile William Faulkner’in Yoknapatawpha’sıdır. Márquez ve Faulkner okuyanların bildiği üzere, Macondo ve Yoknapatawpha, yazarları tarafından bir öykü için yaratılan yerler olmayıp, değişik eserlerde okuyucuların karşısına çıkmaktadırlar. Paul Auster’in önce üç novella olarak yayımladığı ve sonra New York Üçlemesi olarak da bir araya getirilen Cam Kent, Hayaletler ve Kilitli Oda adlı eserlerinde New York sadece bir şehir değil, aynı zamanda karakter gibi, okurun zihninde bir nesne olarak kendisini yeniden var ediyor.
Edebî eser içerisinde bir nesne olarak şehir imgesine bakıldığında, ilk başta sözlük tanımında var olan “Belli bir ağırlığı ve hacmi, rengi olan…” her şey dışında imgelerin de birer nesne olarak algılanabildiğini iddia etmek istiyorum. Böylece, var olan imgelerin birer nesne olarak zihinlerimizde soyut da olsa bir yer kapladıklarını ve bunun da aslında nesne tanımı ile birebir uyuştuğunu iddia etmek çok da büyük bir söz olmasa gerek. Örneğin Orhan Pamuk eserlerine bakıldığı zaman, İstanbul’u nasıl adlandırmak gerekmektedir? İstanbul salt bir imge midir? Yoksa; hikâyeye göre bazen bir karakter, bazen nesne, bazen de öyküyü öykü yapan en önemli unsur mudur? Calvino’nun Kesişen Yazgılar Şatosu adlı kitabında tarot kartları sadece bir nesne olmaktan öte, anlatılan öykülerin oluşmasında yegâne nesne olarak dikkatleri çekiyor.
Bu arada, ilk iddiaya geri dönecek olduğumuz takdirde, nesnenin kendi kendisinin nesnesi olmasının, bizleri sonsuz bir sarmala sürüklediği iddia edilebilir. Diğer bir deyişle, her nesne nasıl olup kendi kendisinin nesnesi olabiliyor peki? Herhangi bir objeyi açıklamak, anlamlandırmak için başka objeler, sözcükler kullanıyorsak, kullanmak zorundaysak, ister istemez “öznenin dışında kalan her konu[nun]” bir nesne olabildiği gibi bir çıkarıma varabiliyoruz. Her nesnenin kendisini bir nesne olarak var edebilmesinin en önemli şartlarından birisinin kendisi dışında sözcükler ve/veya nesneler ile olan ilişkisi üzerinden tanımlanması durumu, nesnenin kendi kendisini tanımlarken başka nesnelere ihtiyaç duyduğunu belirtmiyor mu? Tıpkı Jacques Derrida’nın, Gramatoloji’de “eklenti kendi kendisinin eklentisidir” derken belirttiği gibi.
Yeniden edebiyata dönecek olursak, kavram olarak nesnenin kendi kendisinin nesnesi olduğundan yola çıkıldığı takdirde, edebî eserlerde nesnelerin değişik şekillerde yer almış olduklarına dair örneklere baktığımızda, fiziksel nesnelerden örnekler verilebileceği gibi, fikir ya da hayal ürünü yerleri de örnek olarak vermek mümkündür. Thomas More’un Ütopya’sı gibi. Edebiyat ve nesne ilişkisi üzerine düşünüldüğünde, aslında tüm ütopyalar, soyut olsalar da örnek verilebileceği gibi, Edgar Alan Poe’nun “Çalınan Mektup” öyküsünde olduğu gibi, sözlük anlamıyla bir fizikî nesnenin hikâyenin temelinde yer aldığı sayısız örnekler verilebilmektedir.
Kısaca hatırlatmak gerekirse, edebiyat ve nesne ilişkisine bakıldığında nesne derken sadece elle tutulur olana odaklanılmaması, aynı zamanda imgelerin de birer nesne gibi algılandıkları düşünülebilir. Bunun yanında, edebiyat açısından nesnelerin varlığının son derece büyük bir önem taşıdığı bilinmektedir. Nesnesiz edebiyat olabilir mi? Bu soruya bir çırpıda “imkânsız” diye cevap vermek mümkün. Bir noktayı unutmadan: Her nesne kendi kendisinin nesnesidir. Eğer her nesne kendi kendisinin nesnesi ise, edebiyat-nesne ilişkisine bakıldığında nesnenin salt bir obje ya da herhangi bir cansız varlık olmaktan çok daha öte, bir metafora dönüştüğünü unutmamak gerekiyor.
*Bu yazı, daha önce Uçsuz dergisinin sekizinci sayısında (Temmuz-Ağustos-Eylül 2019) yer alan yazının biraz değiştirilmiş bir versiyonudur.