Zizek, günümüz siyasetinin gerçek yüzünü gösterme gayretiyle 4 farklı siyasal anlayıştan söz eder:
- Kapalı, organik biçimde yapılanmış homojen bir sosyal uzam yaratmayı amaçlayan, cemaatçi çabaya işaret eden ve siyaseti siyasetsizleştirme çabası çerçevesinde örgütlenen “kök siyaset”
- Siyaseti salt bildik partiler arasında temsili uzamda düzenlenen bir yarıştırmaya dönüştürmeye yönelik bir tavır olarak gören “yarı siyaset”
- Siyasal mücadeleyi tümüyle benimseyen ancak siyasal alanı, sadece asıl yerleri başka bir sahne yani ekonomik süreç olan olayların oynanmakta olduğu gibi gölge tiyatrosu olarak gören “meta siyaset”
- Mevcut mücadeleyi siyasetin direkt militarizasyonu aracılığıyla aşırılaşarak bir başka deyişle biz ile onlar arasındaki simgesel karşıtlığa yer bırakmayan amansız bir savaşa dönüştüren bir siyasetsizleştirme gayreti olarak “ultra siyaset”
Kimilerine göre fazlasıyla kategorik ya da indirgemeci bir algılama olarak düşünülebilir; lakin ben, realist bir bakış açısı ve sınıflandırma olarak görüyorum. Şöyle ki, siyaseti siyasetsizleştirme olarak tanımlanabilecek bu 4 kategorinin, adeta Kuzey Kıbrıs ya da Türkiye’yi anlatmak için yazıldığını düşünmeden edemiyorum. Söz konusu siyaset biçimlerinin bugün bizi getirdiği yeri ise “siyaset sonrası siyaset” olarak tanımlar Zizek. Siyaset sonrası siyasetin temel unsuru ise korkudur; dolayısıyla günümüz dünyasına hakim olan esasında “korku siyaseti”dir. İçinde bulunduğumuz dönemde Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyaseti biçimlendiren de tam anlamıyla korku değil midir? “Türkiye ile ilişkilerimiz zarar görmesin, Türkiye’nin garantörlüğü devam etsin!” korkusuna karşıt “Federal Kıbrıs’tan ve barıştan uzaklaşmayalım, bölünme olmasın!” korkusu. Bu iki korku ve kutuplaşma çerçevesinde biçimleniyor yaşamlarımız.
Hangi korkuya sahip olursanız olun, burada onu tartışmak niyetinde değilim; zira yerim dar ve ne tarafta durduğum belli! Ancak yıllardır değişmeyen bir gerçeğe değinmezsem rahat etmeyeceğim. Birileri, ötekilerini Türkiye’ye şikayet ediyor, cezalandırılmasını bekliyor hâlen. Yıllardır “self determinasyon”, “egemenlik”, “tam bağımsızlık” dediler ama işin içine Türkiye-KKTC ilişkileri girince lafta kalıyor tüm bu söylemler. En çok da tahammül edemediğim ve beni umutsuzluğa gark eden nedir, biliyor musunuz? Tam da Zizek’in dediği gibi, siyaset sonrası siyasette, siyasal anlamın daralmasına değil bizatihi askıya alınmasına vesile olan “işbirlikçi aydın teknokratlar” ve “liberal çok kültürcüler”.
Gaile 470. sayıya ulaştı, dikkat edilirse Gaile’de yayımlanan yazılar içerisinde siyasi yazılar azalırken, bunun yerini daha çok edebiyat, eğitim, sinema, felsefe gibi özellikle de sosyal bilimlerin farklı alanlardan yazılar almaya başladı. Sol’u tartıştığımız onlarca yazıyı (sayıyı) anımsıyorum. Ne çok özel dosya hazırlanmış ve Kıbrıs sorunu masaya yatırılmış bu derginin sayfalarında. Akademisyenin toplumsal sorumluluğunu somutlayan bir platform olmuş Gaile. Hatta yayın kurulundan aktif siyasete geçenler de olmuş. 11 yılın sonunda dönüp baktığımda, bir düşünce dergisinde siyasi yazıların giderek azalması rastlantısal bir durum değildir elbette ve şüphesiz önemli bir donedir. Adada siyasete ve siyasetçiye olan ilginin kalıcı olarak azaldığının bir göstergesi olarak mı algılanmalıdır yoksa dönemsel bir durum yani geçici olarak mı değerlendirilmelidir, bilemiyorum. 25 Kasım’da başlayan görüşme sürecinin nasıl devam edeceği çok önemlidir. Bu süreç, kanımca, adadaki siyasetin geleceğinin nasıl olacağına da tesir edecektir.
Sözlerimi sonlandırırken 2020’nin tarih sayfalarına adada barışın gerçekleştiği yıl olarak yazılması umudumu yinelemek isterim. Adil, demokratik, barış içinde, uluslararası hukukun işlediği, insan haklarının ve özgürlüklerinin çiğnenmediği, çevrenin harap edilmediği vb. bir yaşam istiyoruz. Peki, gerekeni yapıyor muyuz? Cevap belli aslında; kendi mutluluğunu toplumun mutluluğunda görebilmek/yaşayabilmek… Bunun için çalışıp başarmadıkça bir adım ilerlemek mümkün değil işte!
Ahmet Güneyli