24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’yla (m. 13), Yunanistan, kendi egemenliği altındaki ‘Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya Adalarında’ ‘Barışın korunmasını sağlamak amacıyla’ bazı yükümlülükler üstlenmiştir. Bu yükümlülükler, sözü edilen adalarda ‘hiçbir deniz üssü ve hiçbir istihkâm kurulmaması’nı, ‘Yunanistan savaş uçaklarının ve diğer hava araçlarının Anadolu kıyısındaki topraklar üzerinde uçmaması’nı ve bu adalarda ‘sadece jandarma ve polis gücünün’ olağan sayıda bulundurulması’nı içermektedir.
Kısacası, 13. Madde, Yunanistan’ın, kendi egemenliği altında olsa da, bu adalarda saldırı amaçlı olabilecek bir askeri eylem ve yapılanma içinde olmasını yasaklamıştır.
Buna karşılık, Türkiye’nin de bu adalar üzerinde askeri amaçla savaş uçaklarını ve diğer hava taşıtlarını uçurması yasaklanmıştır.
Ayni şekilde, 1947 tarihli Paris Barış Antlaşması’yla, daha önce İtalya’nın egemenliği altında olan ve aralarında Rodos’un da bulunduğu oniki ada Yunanistan’ın egemenliğine, askersizleştirilmiş bir statü altında devredilmiştir.
Tüm bu hukuki düzenlemeler barış zamanında ve barışı orumak için öngörülmüştür.
Gelinen aşamada, gerek Türkiye gerekse Yunanistan birbiriyle uyuşturulması çok da mümkün olmayan yaklaşımlara sahip görünmektedir.
Türkiye, Lozan ve Paris Antlaşmaları’nın Yunanistan tarafından ihlal edildiğini ve bunun sonucunda Türkiye için bir güvenlik tehdidi oluştuğunu, Yunanistan ise, bu antlaşmalarda adalarla ilgili olan hükümlerin, şartların değişmesiyle artık geçersiz olduğunu ileri sürmektedir.
İşte bu nedenle, tarihsel olarak hep sorunlu olmuş Türkiye-Yunanistan ilişkileri, şimdi yeniden, savaş tehlikesini de içerecek şekilde, daha da gerginleşiyor.
Ama, bugünlerde önemli görünen şey, sadece, tarafların ‘savaşa hazırlık’ şeklinde algılanan hareketleri ya da ilgili kamuoylarının savaş olasılığını daha yoğunluklu olarak konuşuyor olması değildir.
Türkiye ve Yunanistan’ın geçmişte de savaşın eşiğine geldiği örnekler oldukça fazladır.
Ege’deki savaş tehlikesi şimdilerde biraz farklıdır ve bu farklılığın bazı nedenleri olmalıdır.
Bu nedenlerin başında, savaşmaya istekli görünen iki devletin, bu istekliliklerinin bölgesel ve uluslararası düzeyde yol açtığı saflaşmalar ya da yeni ittifak ilişkileridir.
Yani ortaya çıkan savaş tehlikesi fotoğrafında taraflar sadece Türkiye ve Yunanistan değildir.
Yunanistan’ın, kendine ait bazı adaların askeri statüsüne uluslararası antlaşmalarla getirilen kısıtlamaları dikkate almayarak, uluslararası hukuku ihlal ettiğini ileri süren Türkiye’ye ‘dışarıdan’ verilen yanıtlar oldukça düşündürücü ve ilginçtir.
Mesela, bir yandan Fransa ve ABD, tam da Ege’nin ortasında Yunanistan’la askeri tatbikat yapmaktadır.
Öte yandan ABD, Türkiye-Yünanistan anlaşmazlıklarında, bildiğimiz rutin tepkilerin dışına çıkarak, Türkiye’den, ‘Yunanistan’ın adalar üzerindeki egemenlik haklarını sorgulamaktan vazgeçmeye’ çağırmaktadır.
AB ise, Yunanistan’ın Türkiye tarafından tehdit edildiği algısına dayalı olarak, kendi üyesi olan Yunanistan’la dayanışma odaklı bir tutum takınmaktadır.
Yunanistan, Mısır ve İsrail’in bölgesel sorunlarda dayanışma eğilimini açığa vurması dikkat çekici önemli bir gelişme sayılmalıdır.
Başka nedenlerle Türkiye’nin giderek Batı’dan uzaklaştığı, yeni ittifaklar peşinde koştuğu ve üye olmasına rağmen NATO üyesi gibi davranmadığı koşullarda, Yunanistan’a verilen desteği anlamak pek de zor olmasa gerek.
Yani açıkçası, Türkiye, Kıbrıs sorununda olduğu gibi, ege sorununda da yalnızlaştırılmıştır.
Her ne kadar da Türkiye, son dönemde, Mısır ve İsrail’le ilişkilerini düzelterek bu yalnızlıktan kurtulmaya çalışsa da, Rusya ile devam eden yakınlaşması nedeniyle, bu çabada dengeleri değiştirecek şekilde başarılı olması pek mümkün görünmemektedir.
Türkiye’yi yönetenler her nedense, bu konuda, İsrail’in ABD ve NATO’dan farklı davranabileceğini düşünmektedir.
Bilindiği gibi, Lozan ve Paris Antlaşmaları, savaşın sonucunda, savaş sonrası ortaya çıkan durumu düzenlemiştir.
Türkiye ve Yunanistan, şu anda her ne kadar da bir savaş içinde olmamakla birlikte, ortada olan anlaşmazlık, diplomasi ve yargı yolu etkili bir şekilde kullanılmadığı için, iki devlet arasında bir çatışmaya zemin hazırlamaktadır.
Diplomasi ve yargı yolunun etkili bir şekilde denenmemesi, üçüncü tarafların anlaşmazlığa dahil olmaları sonucunu doğurmaktadır.
Sorunun bundan sonraki süreçte, nereye doğru evrileceğini anlamaya yardımcı olacak bazı koşullara bakmakta fayda vardır:
Türkiye’nin Batı ile olan ilişkileri bu koşulların başında gelmektedir. Bu ilişkilerin tekrar rayına oturması durumunda, diplomasi yolunun önü açılacaktır.
Ama, yukarıdakinin mümkün olmaması halinde, taraflardan birinin savaşın kaçınılmaz olduğuna karar vermesini sağlayacak ortam giderek daha belirgin hale gelmektedir.
Bugünkü şartlarda en iyisi, iki tarafın anlaşarak yargı yoluna başvurmasıdır.
Rusya-Ukrayna savaşının gösterdiği gibi, bu anlaşmazlığın en azından ‘mahkemede bitmesi’ herkesin yararınadır.