Eğer çocuklarımız birbirini tanımazsa…1

Sevgül Uludağ

Mağusalı Mihalis Mihalidis, bir Kıbrıslıtürk arkadaşı tarafından hayatının nasıl kurtarıldığını anlatıyor…

 

Mihalis Mihalidis, Mağusa dışında Ayyorgiu köyünde dünyaya gelmiş, bu köy Karaol kampına yakınmış… Köyde büyümüş – babası kamyonla köy köy gezip karpuz ve başka sebze ve meyveler satarken, özellikle Mağusa bölgesinde bu köy gezilerine küçük bir çocuk olarak o da katılırmış. Mihalis’in babası bir PEO üyesiymiş ve farklı köylerin yanısıra Mağusa surlariçinden de Kıbrıslıtürk yakın arkadaşları, dostları varmış.

Mağusa surlariçinde Mihalis’in babasının arkadaşı Mustafa’ymış – sık sık onu ziyaret ederlermiş ve yerler içerlermiş. Küçük Mihalis de, Mustafa’nın çocukları Hüseyin ve Ayşe’yle oyunlar oynarmış…

Yıllar geçmiş, Hüseyin çocukluktan çıkıp gençliğe adım atmış, 1971 yılında Spatharigo (şimdiki adıyla Ötüken) köyüne evlenmiş… Düğününe babasının Kıbrıslıtürk dostları da gelmişler, Mustafa’nın ailesi de oradaymış… Daha sonra 18 yaşındaki Mihalis, askerliğini yapmaya gitmiş…

Onu Diorioz’a (Yorgoz ya da şimdiki adıyla Tepebaşı) göndermişler. Askere girdiği zaman Yunanistan’da askeri cunta hüküm sürdüğü için ondan ailesi hakkında bilgi istemişler, o da babasının bir PEO üyesi olduğunu yazmış…

1974 yılında Mihalis küçük bir ameliyat geçirdiği için iki haftalık izne çıktığı günlerde Kıbrıs’taki Yunan darbesi meydana gelmiş… İzni 20 Temmuz 1974’te bitiyormuş ve işte o gün de Birinci Harekat başlamış – savaş adamızı vurmuş… Mağusa’ya giderek burada tekrar askere katılmış. Karısı üniformasını yıkadığı ve henüz kurumadığı için sivil kıyafetiyle gitmiş askere… Silahsız ve üniformasız…

Mihalis Mihalidis tüm bunları RİK’te meslektaşı Hristalla Avgusti’yle birlikte  “Aynı Gökyüzü Altında” başlıklı Kıbrıs’ın tek iki toplumlu, iki dilli televizyon programlarını (buna BİZ-EMİZ de dahil) yapan gazeteci Hüseyin Halil’e anlatıyor…

Mihalis Mihalidis, Hüseyin Halil’le söyleşisinde “Üniformasız olmasının büyük olasılıkla hayatını kurtarmış olduğunu” anlatıyor… Ve şöyle devam ediyor:
“Savaş devam ederken bizleri kamyonlara bindirip Mağusa surlariçinin hemen dışına gönderdiler. Uçaklar Maraş’ı bombalıyordu ancak bizim bulunduğumuz yer biraz daha sessizdi. Ateş açıyorlardı ve biz de ateş açıyorduk… Sonra çavuşumuz – ki adını hatırlamıyorum çünkü benim normal birliğim değildi bu – bize Mağusa-Lefkoşa yoluna çıkmamızı emretti. Bu yol henüz yeni yapılmış, yeni bitmişti… 13 kişilik bir gruptuk, üniformasız olan tek kişi bendim aralarında. Gidip Türk askerlerinin gelip gelmediğine baktık ve Mağusa’ya doğru tankların geldiğini gördük. Tanklardan birisinin üstünde bir Yunan bayrağı vardı – bu biraz tuhafımıza gitmişti ama o anda düşünememiştik. Aslında ne radyolardan, ne telsizlerden, ne çavuşumuzdan Yunan tanklarının bu bölgeye geleceğine dair herhangi bir şey duymamıştık… Ancak o anda net düşünemiyorduk…
Tanklar yaklaşınca, arkalarında Türk askerlerinin bulunduğunu gördük… Tutuklandık ve çok feci biçimde dövüldük. O gün yediğimiz dayağı hiç unutmayacağım, silahlarının dipçikleriyle vuruyorlardı, o günlerden bacaklarımda hala izler vardır.

Sonra bizi Maraş’a götürdüler – Maraş boşaltılmıştı, kimsecikler yoktu Maraş’ta – burada pek çok Kıbrıslırum esir toplamışlardı. Yaşlısı, genci, sivili, askeri… Sonra bizi çok büyük bir çember içine aldılar ve ayırmaya başladılar. Yaşlıları ir tarafa, askerleri başka tarafa… Benimle birlikte olan o askerleri Percana’nın bahçelerine götürdüler – biraz sonra silah sesleri işittik… Ben onların öldürüldüğünü kendi gözlerimle görmedim ama silah seslerini duydum. Sonra da buldozerlerin sesini işittik… Yani bilemiyorum… Sivil kıyafetler içinde olduğum için beni de öteki sivillerin arasına koymuşlardı.  Böylece hayatım kurtuldu.

Bizleri arabalara bindirerek Lefkoşa’da Pavlidis garajına götürdüler… Orada beklemeye başladık, orada da çok sayıda insan vardı. Başımıza ne geleceğini bilmiyorduk…

DEVAM EDECEK