Türkiye ve Yunanistan aslında savaşın eşiğindeydi.
Her iki devlet de, Meis adasının kıta sahanlığına ilişkin farklı yaklaşımları nedeniyle yaşanan son kriz sırasında ‘gerekirse savaşırım’ mesajını vermişti.
İşin garip tarafı bu çatışma ortamına sürüklenirken, her iki tarafın da ‘uluslararası hukuk’ vurgusu yapmaları ve ‘müzakere ve diyaloğa’ açık olduklarını ilan etmeleridir.
Sorun sadece Meis adasıyla sınırlı olmuş olsa belki de iyi niyete dayalı hızlı bir müzakere süreciyle savaş tehlikesi bütünüyle ortadan kaldırılabilirdi.
Ama sorun, Meis’in ötesine, bir yanıyla Ege Denizi’ne öteki yanıyla da Doğu Akdeniz’in derinliklerine uzanarak karmaşık bir hal alıyor.
Türkiye-Libya Mutabakatı gerginliğin perde arkasında büyük rol oynamaktadır.
Ege Denizi’nde benzer kıta sahanlığı meselesi nedeniyle iki devlet geçmişte de çatışmanın eşiğinden dönmüştü.
Savaşı engelleyen sadece getireceği yıkımın her iki tarafça anlaşılmış olması değildir. Tarafları savaşmaktan caydıran ayrıca çeşitli askeri ve diplomatik faktörler olagelmiştir.
Yunanistan Türkiye ile askeri anlamda bir çatışmaya girişmesinin sonucu pek de hayırlı olması mümkün olmayan bir macera olduğunu anlamıştır.
Türkiye de böyle bir askeri çatışmanın sadece Yunanistan’la sınırlı kalmayacağını, AB ile her alanda bir karşıtlaşma anlamına geleceğini, buna zaten uluslararası arenada giderek artan yalnızlaşması eklenince ekonomik gücünün bir savaşa dayanamayacağını kavramıştır.
Dahası da var elbette.
ABD, çoktandır Türkiye’ye karşı bölgesel bloklaşmaları teşvik ederek Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı bir denge yaratmakta başarılı olmuştur. Ayrıca ABD, Türkiye’nin NATO’dan kesin olarak kopuşuna yol açacak bir askeri çatışmayı pek de arzu etmemektedir.
Kamuoyuna yansıttıkları kadarıyla Türkiye ve Yunanistan’ın özellikle kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge sınırlarının belirlenmesinde birbiriyle çatışan yaklaşımları vardır.
Örneğin Yunanistan, Ege adalarının kıta sahanlığı meselesine, büyük bir kara ülkesi olan Türkiye’yi karasularına hapsedecek şekilde yaklaşmaktadır. Yunanistan’ın Meis adası ve benzeri diğer küçük adalara atfettiği statü nedeniyle ulaştığı Münhasır Ekonomik Bölge anlayışı bu yaklaşımı doğrulamaktadır.
Türkiye de benzeri bir yaklaşımı, Girit gibi büyük Yunan adalarına ‘kaya parçası’ muamelesi yaparak göstermektedir. Libya-Türkiye Deniz Yetki Alanları Mutabakatı bu yaklaşımın bir sonucudur.
Her iki yaklaşım da tarafları bir çatışma noktasına getirmekte ve sürdürülmeleri halinde ortaya çıkacak bir kıvılcımın yol açabileceği tahribat endişe yaratmaktadır.
Ne Yunanistan ne de Türkiye temel iddialarında haklı sayılamazlar.
Almanya’nın, bir ölçüde AB adına da yürüttüğü diplomatik çabası, şimdilik başarıyla sonuçlanmış ve Türkiye Meis çevresindeki sismik araştırma faaliyetlerine ara verme kararı almıştır.
Almanya’nın bu girişiminin detayları henüz bilinmese de, Türkiye’nin ara verme kararı, aslında her iki tarafın ortak bir kazanımıdır.
Türkiye, Yunanistan’ın ileri sürdüğü gibi konunun ‘egemenlik hakkı’ teziyle geçiştirilemeyeceğini, bunun müzakere edilip tarafların uzlaşısına göre çözümlenmesi gereken bir mesele olduğunu teyit ettirmiş oldu.
Yunanistan ise somut bir savaş tehlikesi nedeniyle hem AB içinde dayanışma sağlayarak hem de ABD’nin desteğini mobilize edebileceğini göstererek, Türkiye’nin, Suriye, Irak veya Libya’da yaptığı gibi, tek yanlı askeri eylemlerle bir AB üyesi ülkeye karşı sonuç almasının mümkün olmadığını göstermiş oldu.
Bununla birlikte Türkiye’nin o bölgede ‘sismik araştırmalara ara verme’ kararı ve şu anda başladığı anlaşılan ‘diyalog ve müzakere’ sürecinin çok da sağlam temellere dayanmadığı anlaşılmaktadır.
Şu anda başladığı duyurulan süreç, sadece ‘yangının kontrol altına alınması’ amacıyla sınırlıdır.
Yangın, yani çatışma ortamını kızıştıran nedenler ortada durmaktadır.
Bunun yanında, Kıbrıs’ın kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölgesi üzerindeki uzlaşmazlıklar da yangını büyütme tehlikesi taşımaktadır.
Öncelikle Türkiye’nin, Yunanistan’ın, ülke olarak sadece anakaradan ibaret olmadığını, aynı zamanda kendi aralarında ortak bir fiziki ve ekonomik alan oluşturan bir dizi irili-ufaklı adadan oluştuğunu anlamalıdır.
Yunanistan da Türkiye’yi karasularına hapsetmeye çalışmanın hakkaniyet ilkesiyle bağdaşmadığını kavrayıp sürekli olarak egemenlik haklarına vurgu yapmaktan vazgeçerek orta yol bulma arayışına kapı aramalıdır.
Türkiye ve Yunanistan’ın savaşmaktan vazgeçmesi ancak tarafların, yukarıda sıralanan ve etraflarını kuşatan gerçekleri görmeleriyle mümkün olacaktır.
Bu gerçeklikler her iki devleti de diyalog ve müzakere masasına yönlendirmektedir.
Şimdi beklenmesi gereken adım, Türkiye’nin ayni mantıkla Kıbrıs’ın kıta sahanlığı meselesine de yaratıcı bir şekilde yaklaşım göstermesidir.
Garantörü olduğu bir devletin ‘aslında var olmadığı’ gibi garip bir teze sahip olan Türkiye, kimsenin anlayıp hak vermediği bu duruşunu yeniden gözden geçirip Kıbrıs’ta da bir diyalog ve müzakere sürecine dönüş yapmalıdır.
Yani savaş yapmaktan vazgeçiyorsanız diyalog ve müzakere kapılarını da açmanız gerekiyor.