Eğitim özgürleştirir mi?

eğitim... bireyin kendi gerçekliğini kavrayarak, bu gerçeklik içerisinde sorgulamalar yapmasına ve bu sorgulamalar sonucunda vardığı çıkarımlar ile kendi içerisinde bulunduğu gerçekliğini geliştirme gayretine itecek donanımı sağlamalıdır.

Çağrı Peköz
pekoz.cagri@gmail.com

 

“Sadece eğitimliler özgürdür.”

Epictetus

Okuyucuların büyük çoğunluğunun başlıkta yönelttiğim soruya “evet, eğitim özgürleştirir” cevabını vereceğine eminim. Ne de olsa eğitim, kişide her zaman olumlu duygular uyandıran; “ileriye”, “doğruya” ve “gelişmişliğe” yönelten; varlığı arttıkça bireyi “iyi yerlere götürdüğü” varsayımı üzerine kurulu bir olgu olarak karşımıza çıkar. Bir düşünün; gerek okul sıralarında gerekse ebeveynler tarafından verilen nasihatlerde “bir baltaya sap olabilmek” için eğitim her zaman bize bir ön koşul olarak sunulmuş, coğrafyamızdaki tüm sorunların çözümü en nihayetinde eğitime bağlanmıştır. Peki anılan bu varsayımlarımızı eleştirel bakış açısı ile sınadığımızda eğitim — Epictetus’un iddia ettiği gibi, bireyi gerçekten özgürleştirir mi?

Bu sınamayı yaparken, temel argümanlarımızı Epictetus’tan yaptığımız alıntı üzerine kurmamız, yazının bir temele sahip olması açısından faydalı olacaktır. Bu noktadan hareketle Epitetus’un önermesinde karşımıza iki temel argüman çıkar; “eğitimliler” ve “özgürlük”. Öncelikle “eğitimliler” argümanından başlayalım. “Eğitimliler” argümanın varlığı “eğitimsizler” (1) argümanını da beraberinde getirir. Bu noktada iki grup arasındaki farkı anlayabilmemiz için eğitimin politik çerçevede tanımının yapılması gerekir. Bu çerçevede eğitim, politika yapıcıların kendi siyasi erklerini sürdürebilmek ve kendi ideolojik görüşlerine uygun bir toplum oluşturabilmek için bir araçtır. Başka bir deyişle eğitim, hâkim ideolojinin devamlılığının teminatıdır. Bu tanım eğitimin ortaya çıkardığı ilk sınıfsal ayrıma işaret eder; toplumun hâkim ideolojisinin belirlediği değerler çerçevesinde örgütlenmiş eğitim deneyimlerine sahip olanlar ve bu deneyimlere sahip olmayanlar.

Aslında Epictetus, anılan sözü ile sadece eğitimlilerin özgür olduğuna işaret etmez; eğitimsizlerin de özgür olmadığına işaret eder. Eğitimsizler -veya kimi durumlarda ezenlerin gözünde eğitilmesi gerekenler (2), tarih boyunca dezavantajlı grupların büyük çoğunluğunu oluşturmuştur. Epictetus, Antik Sparta’da Agoge eğitimine alınmayan helotların, ABD’de pamuk tarlalarında çalıştırılan kölelerin, Kongo’da günlük kauçuk kotasını dolduramadığı için elleri kesilen çocuk kölelerin, tarih boyunca sırf cinsiyetlerinden dolayı eğitime erişemeyen kadınların özgür olmadığını ima eder. Bu tahlil sonucunda ezenlerin, ezilenlerin eğitim ile özgürleşeceklerinin farkında olduğu söylenebilir. Agoge eğitimi ile silah kullanabilen helotlar özgürlükleri için başkaldırabilir, pamuk tarlalarında çalışan köleler dayanışarak özgürleşebilir, eleştirel bilince sahip köleler sömürgeciliğe karşı gelebilir, sosyal katmanları gören kadınlar eril yapıya kafa tutabilirdi (3). Görüldüğü gibi eğitimsizlerin prangaları sadece ayaklarında değil, aynı zamanda zihinlerindedir. Bu zihinsel pranga -özgürlüğü nasıl tanımlarsanız tanımlayın, bilinçli şekilde eğitimin dışında tutulan toplulukların özgürlüklerini ellerinden alındığının teminatıdır. Ayaklarınızdaki zincirlerden kurtulup kaçabilirsiniz fakat zincirler zihninizdeyse fiziksel bir sınırlamaya gerek yoktur.

Yaptığımız bu ilk tahlil, Epictetus’un önermesini doğrular. Peki zihinlere pranga vurmak için grupların veya toplulukların sadece eğitimden mahrum bırakılmaları mı gerekmektedir? Bu noktada ilk argümanımız olan “eğitimliler”e geri dönmemiz gereklidir. Daha önce de bahsedildiği gibi, eğitimlilerin aldıkları eğitim, siyasi erkin devamlılığını sağlama kaygısı ile ülkelerdeki hâkim siyasi ideoloji tarafından şekillendirilmiştir. Bu noktada sadece eğitimin içeriği belirlenmez; çeşitli grupların eğitime ne kadar erişebilecekleri de önceden tespit edilir. Örneğin, kültürel çeşitliliğin görmezden gelindiği KKTC eğitim sisteminde ailelerinin ekonomik düzeyi ve çocukların dil bilme durumları göçmen çocukların eğitim sistemi içerisinde yükselebileceği en üst seviyeyi yordamaktadır. Ekonomik durumu kötü olan aileler neoliberal eğitim içerisindeki çocukları için yeteri kadar “para harcayamayacak”, dil problemleri ve kültürel çatışmalar sebebi ile göçmen çocuklar eğitim sistemi içerisinde yeteri kadar var olamayacaklardır. Bu bağlamdan hareketle eğitimlilerin, kendilerine layık görülen miktar ve biçimde eğitim alarak, ezenler veya ezilenler grubuna mensup olacakları söylenebilir. Bu gruplara mensubiyet bilinçli bir seçimden ziyade, eğitimlilerin içerisinde bulundukları sosyal sınıflarının dayattığı bir aidiyettir. Verdiğimiz örnekten devam edersek, kendi çabaları ile eğitim sisteminde var olmayı başarabilen göçmen çocuklar eğitimde yükselecek — istisnai de olsa içerisinde bulunduğu sosyo-ekonomik sınıfını değiştirebilecek, sistemin yuttuğu göçmen çocuklar ise içerisinde bulundukları sosyo-ekonomik sınıfını değiştiremeyecek, hayat şartlarını ve bağlamını iyileştirip özgürleşemeyecektir.

Geldiğimiz bu nokta Epictetus’un önermesi ile çelişir; eğitim belirli grupların erişemediği, belirli grupların ise sosyo-ekonomik sınıfları elverdiğince erişebildiği bir olgudur. Bu bağlamda özgürleşme, bireyin içerisinde bulunduğu sosyo-ekonomik sınıflar elverdiğince meydana gelir. Başka bir deyişle zihinlere pranga vurmak için bireyleri eğitimden tamamı ile mahrum bırakmak gerekmez. Eğitim sistemine erişimlerinin sınırlı olması — ve biraz kadercilik ile, bireylerin bulundukları gerçekliğe ait oldukları, çeşitli şekillerde bu gerçekliği dönüştürebilecek olmalarına rağmen bunu başaramadıkları söylencesi bir sayıltıya dönüşebilir. Bu kabullenişin bir timsali olan “biz okumadık” cümlesinin altında yatan gerçeklik aslında budur.

Peki “okuyabilmiş” eğitimliler için durum nedir? Katmanlara ayrılmış bir özgürlük içerisinde onları mutlak olarak özgür kabul edebilir miyiz? Bu soruların cevapları eğitim anlayışımız ve ikinci argümanımız olan “özgürlük” ile iç içedir. Bu sorunsalı çözmek için ilk önkoşul olan “eğitim anlayışını” irdelediğimizde karşımıza birçok eğitim yaklaşımı, modeli veya felsefesi çıkar. Dolayısı ile tüm eğitim yaklaşımları, modelleri veya felsefelerini incelemek yerine içerisinde bulunduğumuz gerçekliği sorgulamak, bu yazının kapsamı için yeterlidir. Bu sorgulamayı yapabilmek için Marx’ın Entfremdung Der Arbeit [İşe Karşı Yabancılaşma] kuramı bize güzel bir tartışma zemini hazırlar. Bu tartışma zeminini, eğitimi odağına alacak şekilde modellediğimizde, ürün yerine eğitim sürecinin bir çıktısı olarak öğrenci; emekçi olarak öğretmen; üretim süreci yerine ise eğitimi kullanmamız gerekir. Buradan hareketle — ve biraz da analoji kullanarak, öğretmeni üretim bandının kenarında durup önüne gelen öğrenciyi “işleyip” sonraki aşamaya gönderen bir emekçi, belirli standartlara göre işlenen bir öğrenci ve öğrencinin üretim bandı boyunca yaptığı hareket de eğitim sürecidir. Bu süreçte ilk olarak üretilen ürüne yabancılaşma vardır. Modellediğimiz çerçeve içerisinde yorumladığımızda öğretmen, öğrencilerine karşı yabancıdır. Öğretmen, öğrencilerinin sınıfa getirdiği varsayım, bilgi, hazır bulunuşluk ve kültürel arka planının farkında olmadan — olsa bile eğitim süreci içerisinde bir değişken olarak görmeyen, sadece bilgi aktarıp, ölçüp değerlendiren kişidir. Bu çerçevede öğretmen, öğrencileri ve öğrencilerin ihtiyaçlarını merkeze koymak yerine tüm öğrencilerini aynı seviyede olduğu varsayımı ile hareket ederek akademik bilgi aktarma telaşına girer. Öğrencilerine karşı yabancılaşan öğretmenler, aynı zamanda eğitimi eleştirel şekilde yorumlayamazlar. Tanıma, izleme süreçleri ve bunun sonucunda eğitim süreçlerini planlamadan yoksun öğretmen için eğitim, öğrencilerini belirli standartlara göre hazırlayıp üretim bandında gelecek öğretim yılını geçirecekleri, banttaki bir sonraki kademeye hazırlamaktır. Bu süreçte öğretmenler, öğrencilerin nerden gelip nere gideceği, içinde bulundukları bağlam ve kültürel arka plan ile ilgilenmezler. Bu bağlamda öğretmenler için önemli olan öğrencilerin notlardır; eğitimin öznesi olarak öğrenci ve eğitim süreci değildir. Başka bir deyişle öğretmen, eğitim sürecine yabancıdır.

Öğretmenin eğitim sürecine yabancılaşması hem öğretmenin haiz olduğu kişilik özellikleri hem de eğitim sisteminin dayatmaları sonucu meydana gelir. Kendisi de bir zamanlar eğitim sistemi içerisinde ezilen, aldığı eğitim ile “iyi bir yere geleceğini düşünen” öğretmen için konumu olmak istediği yerdir. Artık ezen konumundaki öğretmen, içerisinde yoğrulduğu eğitim sisteminin dayattığı eğitim sürecine yabancılaşmayı daha rahat içselleştirecektir (4). Eğitim sisteminin bu dayatması ise aleni bir şekilde değil gizli müfredatlar ve politik ajandalar aracılığı ile meydana gelmektedir. Politik ajandalar sonucu şekillenen öğretmen yetiştirme sürecinde öğretmen adayları giderek daha spesifik bir dalda uzmanlaşmakta, bunun sonucunda farklı eğitim kademelerinde öğrencilerini nelerin beklediğinden habersiz şekilde yetişmektedir. 5 yaşındaki bir okul öncesi öğrencisi ilgili eğitim ve öğretim yılının haziran ayında okulundan mezun olup yaklaşık üç ay sonra eğitim sisteminin bir diğer kademesi olan ilkokula geçecektir. Okul öncesi ve ilköğretim programlarındaki bu üç aylık yakınlığa rağmen, okul öncesi öğretmenliği ve ilköğretim öğretmenliği okuyan öğrencilerin aldıkları dersler birbirinden tamamen farklıdır. Bu öğrenci ilerleyen yıllarda, sadece kendi alanında öğretmenlik eğitimi almış öğretmenler ile karşılaşacak, pedagoji ile uyumlu öğrenmelerden ziyade eğitim sürecinde bilginin aktarıldığı kişi olacaktır. Kıdemli öğretmenler için de durum aynıdır; gerçeklikten bağımsız tepeden inme müfredat değişiklikleri, kendi bulundukları kademe ve diğer eğitim kademelerdeki değişimleri takip etmeme, öğretmenlerin kendi meslektaşlarına yabancılaşması ve öğretmenlerin öğrencilerine karşı yabancılaşması sonucunda öğretmen eğitim sürecine yabancılaşmaktadır.

Sanırım bu noktada okuyabilmiş “eğitimlilerin” durumunu tahlil etmek daha kolaydır. Öğrencilerin biricikliğini tanıyıp gelişimin dolambaçlı yollarında gezinen bir eğitim sistemi yerine doğrusal bir ilerlemeyi savunan eğitim sistemi içerisinde öğretmenlerin yapabileceği tek şey, görünen referans noktaları ile hareket etmektir. Anılan bu görünen referans noktaları ise çocuk gelişimi ile ilgisi olmayan, öğretmen veya velilerin anlamlandıramadıkları bu süreci çözümlemek için kullandıkları ad hoc çözümlerdir. Bu bağlama somut bir örnek vermek için erken çocukluk dönemini inceleyebiliriz. Bir birey olmanın temellerinin atıldığı bu dönemde çocuk, çeşitli gelişim alanlarında sürekli gelişim gösterir. Bu gelişim sürecinde ise desteklenmesi gereken alanların göz ardı edilmesi, gelecekte düzeltilmesi çok zor veya mümkün olmayan sorunlara yol açar. Bireyin yaşamındaki kritik önemine rağmen bu dönemdeki gelişim, öğretmen tarafından sadece görünen referans noktaları üzerinden değerlendirilir. Bu yüzdendir ki öğretmenler, okul öncesi dönemde çocukları okuma-yazmaya hazırlamak yerine hatasız çizgi çalışmaları yapmalarını, matematiğe ait temel kavramlar yerine sayıları ezberlemelerini, sanatsal ve estetik kaygılara yönelik farkındalık yerine şarkılar ezberleyip, yapılandırılmış sanat etkinliklerini tercih eder. İlerleyen eğitim kademelerinde de durum farksızdır; tahta başında anlatılan deneyler, ezberlenen sosyal bilimler ve formüller arasında kaybolan fen bilimleri ve tüm süreci görünen bir referans noktasına çeviren sınavlar. Bu noktada görünen referans noktalarının varlığı, öğretmenleri eğitimsel anlamda hiçbir değeri olmayan — veya çocuğun gelişimine uygun olmayan, aktivitelere yöneltmektedir. Bu kapsamda yetişen okumuş eğitimliler, eleştirel bilince sahip, içinde bulunduğu gerçekliğin farkında olan, dayanışma hissi kuvvetli bireyler olmaktan ziyade, bilgi ve “ezberlediğini hatırlama” becerisi referans alınarak değerlendirilen ve başarılı olan kişilerdir. Sonuç olarak okumuş eğitimliler, özgür olmaktan daha ziyade belirli görevleri yerine getirebilmiş bireyler olarak karşımıza çıkar.

Bu duruma bir karşı argüman olarak okumuş eğitimlilerin “iyi yerlere geldiği” veya “kendini kurtardığı” söylemleri hatırlatılabilir.  Velev ki özgürlüğü iyi bir iş ve güzel bir araba sahibi olmak olarak tanımladık, yine de kadro veya ihtiyaç fazlası bölümlerden mezun ettiğimiz binlerce genç işsiz veya işsiz olmamak için düşük ücretlere farklı sektörlerde çalışmaktadır. Zaten bu yazının incelediği özgürlük kavramı ekonomik özgürlükten fazlasıdır. Bu durumda son argümanımız olan “özgürlük” argümanına gelebiliriz. Çocukluğunu bir köle olarak geçirmesine rağmen Epictetus için eğitim, sınıflar hiyerarşisinde yükselme amacından ziyade, kişinin kendi arzu veya amacını keşfederek özgürleşmesini sağlayan bir araçtır. Buradan hareketle özgürlüğü anlamak için eleştirel pedagojiye başvurduğumuzda, eğitim aracılığı ile kişi kendi gerçekliğini ve koşullarını sorguladığı, anladığı ve geliştirdiği bir özgürlüğe kavuşmalıdır. Bu tanımda altı çizilmesi gereken nokta, kişinin kendi gerçekliğini yine kendinin dönüştürmesidir. Bu noktada eğitim, kişiyi salt bilgi ile donatıp kendi gerçekliğini dönüştürmek için tepeden inme yönlendirmeleri dikte etmek yerine; bireyin kendi gerçekliğini kavrayarak, bu gerçeklik içerisinde sorgulamalar yapmasına ve bu sorgulamalar sonucunda vardığı çıkarımlar ile kendi içerisinde bulunduğu gerçekliğini geliştirme gayretine itecek donanımı sağlamalıdır. Bunun bariz bir örneği — coğrafyamızda sömürge sonrası ve çatışma sonrası toplumlar bulunduğunun sıklıkla göz ardı edilmesine rağmen, adadaki İngiliz sömürge yönetimi dönemindeki eğitimdir. Sömürge yönetiminin ideolojisini yaymak için en ücra köylere kadar ulaşan eğitim, bireylere sosyo-ekonomik sınıflar arası geçiş imkânı sunmuş olmasına rağmen; bireyler kendi gerçekliklerini (sömürgeciliğin bir parçası oldukları ve sömürüldükleri) kavrayıp sorgulamalar yapmasına (bu durumu ortaya çıkaran sebepler, güç, gücün merkezi, bu durumun nasıl üstesinden gelinebileceği vb.), bu sorgulamalar sonucunda praksis ile (gerçekliğine dair farkındalığı ve sorgulamaları ile) kendi gerçekliğini dönüştürmesine yardımcı olacak donanımları sunmamıştır. Zaten ezenler, ezilenlerin bu donanıma sahip olmasını hiçbir zaman istememiş ve istemeyecektir.

Özgürleştirdiğini iddia eden eğitim ise genelde bir asimilasyon aracıdır. Bunun en somut örneği ise 1800’lü yılların sonunda ABD’de açılan “Kızılderili Yatılı Okullarıdır”. Çocuk Amerikan yerlilerinin polis zoru ile götürüldüğü bu okulların amacı, eğitim ile Amerikan yerlilerini “medenileştirmek” ve içlerindeki “barbarlığı öldürerek” onlara beyaz adamın “özgürlüğünden” bahşetmekti. Eğitim ile bahşedilen her “özgürlükte” olduğu gibi, bu eğitim sisteminde de Amerikan yerli kültürü silinmeye bunun yerine “Amerikalı” kimliğinin çocuklarda yerleşmesi için çalışılmıştır. Kendi dilini konuştuğu için dövülen, kendi yaşam şartlarına uygun kıyafetler yerine “Amerikalı” kültürüne uygun giyinen, kendi inanışlarını terk edip Hristiyanlığın empoze edildiği çocukların çoğu travmalar ile büyümüştür. Bu travmalar sonucunda okullarda intiharlar, psikolojik bozukluklar; ilerleyen yıllarda ise kendi topluluklarına döndüklerinde uyum, madde bağımlılığı gibi sorunlar meydana gelmiştir. Kültürleri kütüphaneler dolduracak kadar zengin olan bir halk, böylelikle ezenlerin amacına uygun olarak “Amerikan” kimliğinden “Amerikalı” kimliğine asimile edilmiştir (5).

Vardığımız bu noktada, anılan amaçlara sahip eğitimin özgürleştirmediğini açıkça görebiliriz. Bu bağlamda eğitim ezenlerin, ezilenlerin tahakkümleri altında olduklarından emin oldukları bir araçtır. Neoliberal ve muhafazakâr eğitim politikalarının hâkim olduğu KKTC eğitim sisteminde de durum, yapılan tahlillere uygundur. Zaten özgürleştirmek gibi bir çabası olmayan eğitim metalaşarak, sınıflar arası eşitsizliğin bir teminatı haline gelmiştir. İyi bir sosyo-ekonomik ailede dünyaya gelen çocuk, pahalı ders materyallerini deneyimleyecek, özel ders ve dershanelerden faydalanabilecek, tökezlediğinde rehberlik hizmetlerinden faydalanabilecek, ilerleyen yıllarda danışmanlık merkezleri aracılığı ile üniversitelere girebilecektir. Mezun konumuna geldiğinde ise içinde doğduğu sosyo-ekonomik sınıfın bir neferi olacaktır. Sosyo-ekonomik düzeyi düşük bir ailede doğan çocuk ise — ne kadar çabalarsa çabalasın, ilk tökezlediği anda eğitim sisteminin dışında kalacaktır. Okul öncesinden başlayarak üniversiteye kadar olan tüm düzeylerde eğitimin özgürleştirmek yerine akademik becerilere önem vermesinin sebebi budur. Böylelikle herkes “ait olduğu” sosyal sınıfın bir parçası olarak kalacak, siyasi erki elinde bulunduran üst sosyo-ekonomik sınıflar ise gücün kendilerinde kalmasını sağlayacaklardır. Bu bağlamda dershane bile olamayacak üniversitelerimiz, uğruna çocukların anti-depresanlar içtiği kolejlerimiz, sınıfsal farklılığın somut örnekleri olan özel-devlet ayrımı olan okullarımız, bireylerin kendi gerçekliklerini kavrayıp, sorgulamalar yapmalarına ve bu sorgulamalar sonucunda kendi gerçekliklerini praksis ile dönüştürmelerine olanak sağlamayacaktır.

Vardığımız son tahlilde mevcut eğitimin kimseyi özgürleştirmediği aşikardır. Buna rağmen eğitimin asıl amacı bireyi özgürleştirmek olmalıdır. Bu özgürleştirme, ezilenler için siyasi ve sosyal pozisyonlar alıp aktivizmden ile ezilenleri uzaktan özgürleştireceğini düşünen kimseler tarafından değil; ezilenler ile bizzat yoğrulup, yeni gerçekliği onlarla birlikte inşa edecek olan öğretmen, akademisyen ve diğer paydaşlar ile mümkün olacaktır.


Notlar

(1) Burada “eğitimsizler” bir itham veya aşağılamadan ziyade; sosyo-politik yaşamdan dışlanan, bilinçli bir şekilde eğitim hakkından mahrum bırakılan veya sosyal sınıfından dolayı eğitim sisteminde ilerlemelerine izin verilmeyen grup ve toplulukları anlatır.

(2) Antropolojinin ilk adımlarını attığı yıllarda incelenen topluluklar; barbar ve kültürsüz olarak nitelendirilmiştir. Sömürgeciliğin köleleştirdiği bu toplulukların tek kurtuluşu ise, köle olarak çalıştıkları işlerde daha verimli olabilmeleri için eğitilmeleri ve Hristiyanlığa dönüştürülmeleri olarak görülmüştür.

(3) Nitekim tarih boyunca ezilenler hiçbir zaman ezenler tarafından “özgürleştirilmemiş”, bir kurtarıcıyı beklemek yerine eleştirel bilinç sahibi ezilenler kendi özgürlükleri için mücadele etmiştir.

(4) Bu noktada çeşitli eğitim program, müfredat ve kitapların yapılandırmacı felsefe ile düzenlendiği ve böyle bir dayatmanın olmadığı argümanı öne sürülebilir. Bu argüman nispeten naifçedir. Mevcut neoliberal ve muhafazakâr eğitimin içerisinde yoğrulan ve adeta sistemin bir neferi haline gelen deneyimli öğretmenlerin salt kitap/program değişimi veya tek yönlü hizmet içi eğitimler ile dönüşeceğini ümit etmek, mucize beklemekten farksızdır. Yapılması gereken, var olan gerçekliği tespit ederek, öğretmenin mesleğine duyduğu yabancılaşmayı giderecek ve bu anlamda kendilerini özgürleştirecek donanımlar kazanmalarına yardımcı olmaktır.

(5) Benzer bir durum kendi eğitim sistemimiz içerisinde de yaşanmaktadır. Göçmenlerin ve adada bulunan azınlıkların kültürleri tüm sosyal mecralarda olduğu gibi eğitimde de tanınmamakta, bunun yerine ada kültürünün çarpık bir temsili eğitimde dikte edilmektedir.

Dergiler Haberleri