5 Ekim, BM’nin “Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü” (UNESCO) tarafından 1994’ten beri Dünya Öğretmenler Günü ilan edilmiştir. Türkiye’de ise 24 Kasım, 18 yaşına gelmemiş çocuklara idam emri verilen 1980 askeri darbesinin lideri Kenan Evren tarafından öğretmenler günü olarak belirlenmiştir. Kıbrıs’ın kuzeyinde her iki tarih de eğitimin ve eğitimcilerin önemini ve değerini ortaya koymak için kutlanmaktadır.
Darbeci bir celladın kararı yerine, uluslararası standartlara ve o çerçevede belirlenen bir güne odaklanmayı tercih ederim. ILO ve UNESCO tarafından birlikte alınan “Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiye Kararı” belgesinde yer alan ilkeler, çağımızda evrensel düzeyde öğretmenlik mesleğinin temel bildirgesi niteliğindedir. Hukuken bir sözleşme metni olmasa da, ülkedeki eğitim sistemi ve politikaları ile öğretmenlerin mesleki hakları konusunda yol gösterici nitelikte bir metindir.
Tavsiye metninde yer alan bazı başlıkları, daha açıklayıcı olmak adına sizinle paylaşmak istiyorum:
- “…Eğitim, okulda geçen ilk günlerden başlayarak insan kişiliğinin tam gelişmesini, topluluğun (toplumun) düşünsel, moral, sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan ilerlemesini ve ayrıca temel özgürlüklere ve insan haklarına derin bir saygı aşılamayı amaçlamalıdır.
- Öğretmen örgütlerinin eğitimin ilerlemesine büyük ölçüde katkıda bulunabileceğini ve dolayısıyla bu örgütlerin eğitim politikasının hazırlanmasına katılmaları gerektiğini kabul etmek uygun olacaktır.
- Eğitim, genel yarar için temel önemi olan bir hizmet oluşturduğundan, bu konudaki sorumluluk, yeterli sayıda okul ağı, bu okullarda parasız eğitim ve gereksinmesi olan öğrencilere maddi yardım sağlama işi (görevi) kendisine ait olan devlete düşer.
- Tüm öğretmenler genel, özel ve pedagojik formasyonlarını bir üniversitede ya da benzer düzeyde (dengi) bir yetiştirme (eğitim) kurumunda yahut öğretmen yetiştirme alanında uzmanlaşmış bir okulda edinmelidirler.
- Öğretmenler, öğrencilerine en iyi uyarlanmış öğretim yöntemlerini ve araç gereçlerini değerlendirmek için özellikle niteliklidirler; onaylanmış programlar çerçevesinde ve okul yetkililerinin yardımıyla (katkısıyla), öğretim araçlarının seçiminde ve ayarlanıp düzenlenmesinde, el (ders) kitaplarının seçiminde ve pedagojik yöntemlerin uygulanmasında temel rolü üstlenmesi gerekenler onlardır.
- Sınıflardaki öğrenci sayıları, öğretmenin öğrencilerinden her birine özel bir dikkat göstermesine olanak verecek nitelikte olmalıdır.
- Öğretmenlerden haftalık ve günlük olarak (uymaları, çalışmaları) istenen çalışma süreleri, öğretmen örgütlerine danışılarak saptanmalıdır.
- Yetkililer, öğrenci ve öğretmenlerin sağlık ve güvenliğini hiçbir tehlike altına sokmayacak biçimde, okul yerlerinin (bina ve eklerinin) bakımına özen göstermelidirler…”
Tüm bunların birçoğu aslında Meclis’ten onay yasası çıkararak mevzuatımıza dâhil ettiğimiz insan hakları sözleşmelerinde ve eğitimle ilgili yasalarımızda da eğitim hakkı bağlamında ele alınmaktadır. Keza Tavsiye Kararı yukarıda aktardıklarımla sınırlı değildir. Demokratik değerlere odaklanan bir eğitim sistemi kurabilmenin yolu, çağdaş değerlere dayalı üretilecek eğitim politikalarından ve idareciler ile öğretmen örgütlerinin işbirliği içinde çalışmasından geçer. Tabi ki bu husus mevcut siyasi iradesizlikte hayal olarak tanımlanabilir. Ama imkânsız değildir.
***
Öğretmen ve uzun yıllar sendika yöneticiliği yapan bir annenin kızı olmak, bu alana daha da yakından ve hassasiyetle bakmama imkân yaratıyor. Bugüne vardığımızda, karşı karşıya olduğumuz tablonun geçmişe nazaran iç açıcı olduğunu söylemek mümkün değil. Tabi ki bu noktada öğretmenlere de yöneltilebilecek eleştiriler olabilir ama sorun onun çok daha derininden neşet ediyor. Kendi neslimin ve belki de benden bir sonraki neslin, devlet okulları sayesinde gayet iyi eğitimler alıp yükseköğrenim sürecine başarılı bir şekilde hazırlanabildiğimizin altını çizmek isterim. Mesleki - teknik eğitimde, geçmişte aksaklıklar yaşansa da yine de bugünle kıyaslanamayacak bir noktada olduğunu söylemek mümkün.
Alt yapıdan yoksun kamusal okullarda özellikle öğle yemeği ihtiyacını planlamadan, paydaşlarla işbirliğine yönelik bir adım atmadan “ben yaptım oldu” anlayışı ile tam gün eğitime geçilebileceğini iddia eden, gerçek dışı – eleştirel düşünceyi yok sayan – bilim dışı içeriğe sahip ders kitaplarını yazarlarının bile onayını almadan medazori değiştirip müfredata ekleyen, çocukları balık istifine dönen sınıflarda ve yaz tatili boyunca çivi çakmadan çadırda eğitime mahkûm eden, sırf yandaş istihdamı yapabilmek adına pedagoji eğitimi almayan kişileri öğretmen olarak atayan bir “siyasi irade” ile karşı karşıyayız.
Hemen hemen her ay değişime uğrayan, devlet sürekliliği ilkesinden yoksun ve istikrarın anlamını yeniden yazan “hükümet edenler”, eğitimdeki sorunları çözmekten ziyade daha da derinleştiriyorlar. Beni en çok tedirgin eden husus; ekonomik gerileme bir şekilde toparlanabilirken, eğitim aracılığıyla zehirlenen zihniyeti dünyalı bir yöne doğru evirmenin o kadar kolay olmaması. Ayrıca bu problem, gençlerin ışık hızı ile göç etme fikrini benimsemelerine ve bir türlü ters göçü (memlekete geri dönmeyi) tasavvur edememelerine de neden olmaktadır.
Aslında tüm bu sorunları çözmek zor değil. Vazgeçilen devlet alacakları ve “hükümetin” göz yumulan vurgunlara bakıldığında, memlekette para – maddi güç olduğunu görüyoruz. Demek ki ne eksik? Müdahaleden arınmış bir siyasi irade. Bu da şimdiki “iktidarsız hükümet”le mümkün değil. Toplumsal ve siyasi muhalefet olarak birbirimizin kuyusunu kazmaktan vazgeçip, gerekirse farklı yollardan ilerleyip aynı hedefe odaklanmaktan başka çaremiz kalmadı. Çünkü nesiller yetişip geleceğimiz şekilleniyor. Bir gün sonrası bile çok geç.