Tefkros Anthias
Yunancadan Çeviri: Ahmet Yıkık
ahmetyikik@hotmail.com
Yirmi beş yıl önce. Ekim Olaylarından on dört ay sonra. Dile kolay koskoca bir ömür geçti, o zamandan bu yana. Yine de capcanlı duruyor belleğimde hâlâ, Androliku – konukseverlik örneği ve Türk – Rum dostluğunun sembolü olarak. Bugünlerde ışıl ışıl bir model ve iki yakın komşunun arasındaki dostluğun bir kanıtı olarak gündemin ön sıralarına getirilmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Poli Hrisohous’un aşağı yukarı üç mil batısında bulunan Androliku’da yaklaşık iki buçuk ay yaşadım. İlk tutukluluk süremin ardından, altı aylığına Kondea köyüne sürgüne gönderilmiştim. Daha sonra, valinin ikinci bir buyruğu uyarınca, Androliku’ye sürüldüm. Nedeni solcu olmamdı pek tabii. O günlerde solculara karşı önyargılar… hat safhadaydı. Aynı zamanda, Androliku sakinlerinin nazarında beni “istenmeyen” ve “korkunç” gösterebilecek bir özelliğim daha vardı: Oraya ellerim kelepçeli olarak götürülmüştüm. Üstelik daha köye vardığım ilk gece, sırf benim için bir karakol kurulmuş ve beni gözaltında tutması için Mustafa adında birisi görevlendirilmişti.
Gereksiz ayrıntılara girdiğimi düşünebilirsiniz. Ama hikâyenin devamı için bunları size anlatmam şarttı. Androlikulular Türk olmalarına karşın hepsi de Rumcayı iyi biliyorlardı. Daha da şaşırtıcısı, ne “Cüzzamlı”ymışım gibi benden köşe bucak kaçıyor, ne “Dikkat edin solcudur ha!” vb. uyarılara kulak asıyor ne de orada bulunan Türk polisten çekiniyorlardı. Tam aksine Androliku’da geçirdiğim ilk geceden itibaren bana şefkat, sevgi ve derin bir saygı gösterdiler.
O ilk geceyi asla unutmayacağım. Polis arabasının beni indirdiği kahvehanede toplanmıştı mollalarla efendiler, hepsi birden. Diğer iki kahvehaneyi boşaltmışlardı. Sanırsın ki bütün köy orada toplanmıştı. Ve bir arkadaş, bir yabancı olarak kendimi onlara tanıtarak hükümetin belirleyeceği bir süre boyunca köylerinde ikamet edeceğimi söylerken beni can kulağıyla dinlediler.
- Yabancı mı dedin sen, diye karşılık verdi bir tanesi. Köyümüzde yabancılar yoktur. Hoş geldin, oğlum!
Kim olduğunu tam olarak hatırlamıyorum. O kadar çok insanla tanışıp kaynaştım ki kısa sürede, her birinin ismini aklımda tutmam mümkün değil. İbrahim miydi acaba, hani sonradan muhtar olan. İhtiyar Osman mıydı yoksa? Saf bir mollaydı belki de… Doğrulamak istermişçesine o anda bütün köy bir ağızdan konuşmaya başladı.
Böylesine hoş karşılanacağım aklımın ucuna gelmezdi. İşin ilginç yanı şu ki beni oldukça sıcak ve kardeşçe karşıladıkları o günlerde, Ekim Olayları meydana gelmişti; yani her yerde adanın Yunanistan’a bağlanması, Enosis lehine o bildik sloganlar atılıyordu.
***
Aynı gece – geleceğimden habersiz olmalarına rağmen - içtenlikle akşam yemeği ikram ettiler. Beş altı kişi benim için kiralanan eve kadar bana eşlik etti. Benim için odun taşıdılar, şömineyi yaktılar (aralık ayıydı ve dondurucu bir soğuk vardı), bir süre benimle oturdular ve bana yüreklerini açtılar, bütün köyün yüreğini:
- Biz Türk’üz. Ama Rumlarla aramızda ayrı gayrımız yoktur. Komşu köylere,
Drusya’ya, İnya’ya, Prodromi’ye sık sık gideriz. Oralarda yaşayanlar da bizim köye gelirler. Düzenli olarak görüşürüz. Hem şu ana kadar dostluğumuzu bozacak hiçbir sorun yaşamadık onlarla. Burada oğlum, Rum’sun diye sana kötü gözle bakacak adam bulunmaz. Senin siyasi fikirlerin de kimsenin umrunda olmaz. Bu köye adımını attığın andan itibaren, sen de artık bizden birisin.
***
Bu sözler çok geçmeden uygulanmaya başladı. Ertesi gün öğlen vakti, odama döndüğümde, beni bir sürpriz bekliyordu. Hem odanın bir köşesine hem de şömine rafına yakacak odun konmuştu. Ayrıca beş tabak dolusu çeşit çeşit yemek, ekmek, yağ, meyve… bir evde gerek duyulabilecek tüm eşyalar. İyi de kim getirmişti bunca şeyi? Ben hiç kimseyi görmemiştim ki... Ama tümünü de konuksever ve dost canlısı Türk köylülerin getirdiğinden emindim.
Ardı arkası kesilmedi sürprizlerin. Polis arabasının beni indirdiği aynı kahvehanede, bir önceki akşama oranla daha çok sayıda molla ve efendi toplanmıştı. Derken onlardan gelen talep doğrultusunda önceden planlanmayan bir eğitim seferberliğine giriştik: Kitaplar ve gazeteler okudum onlara. Böylece, okuma yerine dönüştü kahvehane. Köy sınırları dışına çıkmama engel olmak için Androliku’ya yerleştirilen zaptiye, Mustafa da yanı başımda beklemekteydi elbette!
***
Odama döner dönmez, yeni bir sürprizle daha karşılaştım: Rafta on tabak yemek vardı. Bu hikâye böyle sürüp gitti. Androliku’da kaldığım iki buçuk ay süresince bu gelenek hiç bozulmadı. Dahası, beni evlerinde misafir ettiler, defalarca. Eğlenceler de düzenlenirdi. Köyde şarap yoktu ama komşu Rum köylerinden temin ediyorlardı. Öylesine unutulmaz gecelerdi ki! Onca cömertliği, onca sevecenliği unutmak ne mümkün. Üstelik tüm bunları bana Türkler yaşattı, sevgili okurlarım.
Daha da ilginç olanı şuydu: Efendiler, Yunan alfabesini öğrenmek istemişlerdi, okuyup yazabilsinler diye. Anlayacağınız gece okulu açmıştık bir bakıma. Ve hayret verici bir hızla kavrıyorlardı, otuzdan fazla büyük öğrencim.
Bir sabah polisler tarafından apar topar götürüldüm. “Yasa dışı örgüt” üyesi olmakla itham edilerek on beş ay hapislik cezasına çarptırıldım.
Bütün köy, unutulmaz Androliku, oradan yaka paça kovulmama çok üzülmüştü.
Aynı sevecenliği, daha sonra köye sürgüne gönderilen Evagoras Papanikolas’a da gösterdiler.
Hiç kuşku yok ki tüm Kıbrıslı Türk köylerinde, Kıbrıslı Rumlara karşı muhabbet duyulmaya devam ediyor. Bu dostluk karşılıklıdır. Aynı durum şehirler için de geçerlidir. Şiddete başvuran kiralık katiller ve “sorumsuzlar” Türk toplumunu temsil etmiyorlar. Androliku, Türk – Rum ilişkilerindeki uyumun bir simgesidir.
*Kıbrıslı Rum şair ve yazar Tefkros Anthias tarafından kaleme alınan bu yazı, 6 Şubat 1957 tarihinde, Haravgi gazetesinde yayımlanmıştır.