Mertkan Hamit
mhamit@gmail.com
27 Ocak 2013 tarihinde Karpaz’da yapılan yapılaşma faaliyetleri ile ilgili olarak bir grup sağduyulu vatandaşın gerçekleştirdiği bir eylem meydana geldi. Kuvvetle muhtemeldir ki, eylem sonrası yazılan bu yazının Gaile Dergisi’nin okuduğunuz sayısına yer bulmasına kadar çeşitli şekillerde gündemde yer alacak kim bilir belki de yapılacak olan tartışmaların gecikmiş bir tekrarı niteliğinde olacaktır.
Buna rağmen eylemin yapıldığı gün orada bulunan bir eylemci olarak yaşanılanlar üzerine deneyimlediklerim üzerine bir şeyler söylemek kendi adıma bir zorunluluktur. Bunu zorunluluk olarak görmemi iki ana eksende açıklayabilirim. Birincisi, halkın birbirine düştüğü bir eylemi birebir ilk kez yaşamış olmamdı, ikincisi ise yapılan bu eylemin en başından beri kendi kendime sorduğum ‘bölgedekilerin iradesine’ rağmen yapılacak eylemliliğin getirilerinin –veya götürülerinin- ne olacağı yönündedir.
Kafamdaki bunca soru işaretine rağmen yazının ana tartışma boyutunu yaşanan olayların merkezinde geliştirmeyeceğim. Bu tartışma dâhilinde sorgulamaya çalışacağım ana mesele ekonoloji olacak. Ekonolojiden kastım ise ekonomi ile ekolojinin birbirini hangi koşullarda besleyerek var olabileceği meselesini irdelemektir. Bu yazı kapsamında genelde Kıbrıs’a, özelde ise Karpaz’a yönelik nasıl bir yapıyı tahayyül ettiğimi anla(t)maya çalışacağım.
Neden Ekonoloji?
Kıbrıs’ın kuzeyinde dünyanın birçok yerine rağmen çevreyi siyasetinin merkezine alan partilerin henüz ortaya çıkmamış olması bugün çevre ile ilgili duyarlılığın da sınırlı olmasına neden olmuştur. Örgütlü olan ve çevreyi merkeze alarak politika yapabilecek olan bir siyasi parti muhakkak ki çevre bilinci ile ilgili yaratıcı çözümleri üretebilir, eş zamanlı olarak toplumdaki bilinçlenme sürecinin de yayılmasını sağlayabilir. Bununla ilgili verebileceğimiz temsili bir örnek olan Avrupa Birliği’nin 2009 parlamento seçimleri sonuçlarıdır. Yeşil Partilerin %7.5, Yeşil-Sol Koalisyonunun (GUE/NGL) ise %4.8 oy almış olması, en azından Avrupa’daki çevre merkezli siyaset ile ilgili olarak farkındalığın önemini ortaya koyabilir. Bu yüzden zaman zaman söylenilen ‘Avrupa’da çevreye saygı vardır’ gibi bir lafın aslında orada yaşayan insanların genetik yapısı ya da ‘Avrupalı’ olmaları ile ilgili değil, aksine politik bir sürecin meyvesi olduğunu anlayabiliriz.
Yazının başında bahsettiğim gibi, ekonomi ve ekolojinin birbirini besleyerek var olabileceği bir sistematik düşünce olarak ekonoloji Kıbrıs’ta pek değer gören bir mesele değildir. Bunun yanında çevre duyarlılığı konularına yönelik siyasi söylemin karşıtlık üzerinden oluşturulması da söylem sürekliliğini sağlayamamaktadır. Ekonomik ihtiyaçların insan hayatı için temel olarak belirleyici faaliyetlerin başında geldiğini kabul ettiğimiz zaman; ekolojik dengenin ekonomik kar güdüsünün gerisine düşmesi oldukça kırılgan bir ilişkinin meydana gelmesine sebep olur.
Ekonomide externalities / dışsallıklar sorunu olarak anılan bu mesele üretim faaliyetleri sırasında yaratılan atığın ekonomik maliyetinin de hesaba katılması gerektiğinin altını çizer. Bu noktada ekonomik olarak ortaya konulacak olan herhangi bir hedefin anlamlı olup olmaması sadece ölçülebilen finansal kazanç ile değil, bunun yanında ölçülmesi mümkün olmayan toplumsal maliyeti de kapsayacak biçimde algılanmalıdır. Bu yüzden, adı geçen bu maliyetin kimi zaman finansal kazanç ile mukayese edilecek biçimde algılanması zaruridir. Temel bir örnek olarak sigara içen bir insanın yanında bulunan sigara kullanmayan bir insanı verebiliriz. Sigara kullanan insanın yaptığı ekonomik gücü ile satın aldığı hazzın, yanındaki insana pasif içiciliğe sebep olması, bundan dolayı da sigara içmeyenin sağlığına verilen zararın görmezden gelinmesi aslında bir tür dışsallık sorunudur. Bu noktada dışsallıktan doğacak olan maliyetlerin hesaplanması açısından ekonolojinin dikkate alınması olmazsa olmazdır.
Hiç şüphesiz sermaye sınıfları bu biçimde oluşturulacak bir bakış açısına çok da sıcak bakmazlar. Bir fabrikanın yaratmış olduğu hava veya su kirliliğinin maliyetinin karbon vergisi olarak ödemesi, ülkelerin üretim kapasitelerine göre takas edilebilir karbon kotalarının oluşturulmasına yönelik hâlihazırda çeşitli uygulamalar mevcuttur. Buna rağmen Kıbrıs’ın kuzeyinde bu maliyetleri hesaba katmaya niyetli bir şirket vardır, ne de kirliliğin vergilendirilmesine yönelik düzenleme bazında herhangi bir yaklaşım öngörülmektedir.
Ekonolojinin gerekliliği ile ilgili bir başka boyut ise sürdürebilirlik meselesi ile ilgilidir. Ekonomik faaliyetlerin doğadaki kıt kaynakları etkin bir biçimde yönetmeye yönelik bir yaklaşıma sahip olduğunu kabul edersek, bahsi geçen sürdürebilirlik ilkesinin önemi bir kez daha gün yüzüne çıkar. Sürdürebilir bir ekonomik faaliyetin finansal ve kurumsal sürdürebilirliğinin yanısıra, doğal kaynaklar açısından da sürdürebilirliği büyük bir önem teşkil eder. Topraklarını daha iyi verim için dinlendiren bir üretici, bahçesini kullanmamayı seçerken aslında ekolojik olarak toprak kalitesinin sürdürebilir olmasına dair bir amaca da hizmet etmektedir. Bu noktada ekonomi ve ekoloji birbirini besleyebileceği bir sürecin gerekliliği ortaya çıkar.
Eko-köy kavramı Karpaz’da son yıllarda birçok bölgede uygulanıyor. Buna rağmen son günlerde Karpaz’daki çevre katliamına karşı bölgede yaşayan insanların tepki vermiyor olması derin bir sosyal problemin bu bölgede kol gezdiğini işaret etmektedir. Bu bölgelerde yaşayan insanların önemli bir süre boyunca ‘izole edildiklerini’ iddia etmeleri bir yana, yıllardır süren çarpık ve feodal ilişkilerin sonucunda kendine has bir örgütlenme, siyasi bilinç ve talep mekanizmasının da oluştuğu ortadadır.
Bölgedeki insanların talep ve söylemlerini dinlediğimiz zaman bölgede kısa dönemli bir faydacılığın hüküm sürdüğü ortadadır. Devlet Planlama Teşkilatı istatistikleri dahi %49 genç işsizliği işaret ettiği bu bölgede böyle bir davranışın hüküm sürmesi ise çok da şaşırtıcı olmamalıdır. Bu noktada soruna yaklaşırken yüzeysel bir biçimde sadece nüfusun niteliği ve niceliği ekseniyle bakmak problemli bir durumu da yanında getirir.
Şu anda Karpaz’daki çevre katliamı son derece acil bir durum olarak ortada dururken, bunun uygulayıcılarının bölgede yaşayanların azımsanmayacak bir bölümünün rızasını da aldığı barizdir. Bölgedekilerin sürecin kısa dönemde kendilerine fayda getireceğine ikna olmasına rağmen bir kitlenin bölgeye gidip bunun ekolojik olarak büyük zarar vereceğini söylemesi, pazar günü yapılan eylem gibi istenmeyen sonuçları doğurmasına neden olmuştur. Bir taraf ekolojik kaygıları, diğer taraf ekonomik kaygıları ile orada bulunurken ekonoloji paydasında buluşmak niyet edilmişse dahi, yaşananların bu amaçtan çok uzakta olduğumuzu göstermektedir.
Bölge sakinlerinin birçoğu için; sahibi oldukları toprağın değerlenmesine karşı olduğu için bu kalabalık orada bulunmaktadır. İş olanaklarının artacağına dair umut besleyenlerin de benzeri bir biçimde Karpaz’a karşı hassasiyetin neden Girne’de gösterilmemiş olduğunu sorgulaması manidardır. Tüm bu davranışlar bölge halkının önceliğinin çevreye dair bir kaygı olmadığı ortadadır. Halbuki çeşitli kaynaklar Karpaz’daki turistik potansiyelin dahi mevcut doğal bitki örtüsü ve ekolojik yapısından dolayı çekim merkezi oluşturduğunu doğruluyor. Bu noktada yapılanlar sadece çevreye değil, umut edilen uzun dönemli ekonomik kalkınmaya da zarar veriyor olması manidardır.
Tartışmasız bir biçimde bu anlayış değişmelidir. Karpaz’ın ekonomik potansiyeli kısa dönemli değil, orta ve uzun dönemli planlar ile ortaya çıkarılmalıdır. Başka bir deyişle bölgedeki ekonomik aktivitenin canlanması stratejik ve uygulanabilir planın oluşturulması ile mümkündür. Bu noktada mesele bir taraftan vatandaş inisiyatifinin gerekliliğini ortaya koyarken, bunun salt cemaatçi bir algılayışla oluşması tüm aktörlerin hassasiyetleri giderme noktasında tek başına başarılı olması mümkün değildir. Bunun kapsayıcılığı ve bağlayıcılığının gelişmesi kitlesel siyasi partilerin de desteği ile hem üst politika hem de bölgesel politika bağlamında Karpaz’a yönelik bir kalkınma haritası ile birlikte düşünülmesi son derece zaruridir.
Karpaz’da ekolojik ve sürdürebilir bir kalkınmanın gerçekleşmesi için ise iki katmanlı bir siyaset gereklidir. Birinci katman halkı kapsayacak bir biçimde taban örgütlemesi niteliğinde ve ilk aşamada bölgedekilerin ihtiyaçlarının tayinine yönelik Karpaz halkıyla iletişimi geliştirecek boyutta olmalıdır. İkinci katman ise iki ayaklı bir siyaseti ortaya koyar. Birinci ayak sadece Karpaz’a yönelik değil, Kıbrıs’ın kuzeyinde uygulanması gereken özerk bölgeselleşme temelli yeniden yapılanmadır. Bu açıdan kendi kaynaklarıyla yetebilir olma anlayışı ile Karpaz’ın ihtiyaçlarının sürekliliğini sağlayacak bir politikanın kapsayıcı bir biçimde uygulanması ile mümkün olabilir. Bölgeselleşen yapı Karpaz’ın temel ihtiyaçlarının da kendisi tarafından karşılanacağı bir yapıyı öngörebilmeli, sağlık ve eğitim gibi temel ihtiyaçların bir mesele olmaması sağlanmalıdır. İkinci yapı ise ekonolojik bir kalkınma programının karpaza özel tasarlanması gerekliliğidir. Bunun içinde Karpaz’a yönelik detaylı bir durum analizi gereklidir. Güçlü, zayıf yanları ile birlikte fırsatlar ve tehlikelileri ortaya koyacak biçimde kapsayıcı bir hükümet politikası şimdiki iktidar tarafından mümkün olmasa da, en azından muhalefet partilerince şimdiden ortaya konması gereken bir vizyon olarak belirlenmelidir.
Sonuç
Hâlihazırda yapılmış tahribatın daha ileriye gitmesini önlemek adına ise sürekli eylem yapılması şarttır. Üstelik bu eylemlilik sadece Kuzey Kıbrıs gündemine getirerek yol kat etmek de mümkün değildir. Yaratılan felaketi bölgedeki diğer çevreci örgütler, yurt dışındaki siyasi partiler, Avrupa Birliği’nin ilgili bölümleri, BM Çevre Programı (UNEP) gündemlerine de getirmek zaruridir. Yaşanılan çevre probleminin kapitalizmin bir problemi olduğunu, Kıbrıs sorununun mevcut koşullarından beslendiğini ve eylem sırasında sakıncalı bulunarak müdahale edilen ‘Valilik Elini Burnumuzdan Çek’ pankartının tahribattan sorumlu olan odağı gösterdiği aşikârdır.