Yaklaşık 3 yıl kadar önce, Mimarlar Odası tarafından Ekümenopolis belgeselinin gösterimi ve paneli etkinliği yapılmıştı. Belgeselin konusu İstanbul’daki kentsel dönüşümdü ve başındaki 5 dakikalık “Bir İstanbul Hikayesi” isimli bölümünde kentin değişim tarihini anlatıyordu.
Öncelikle Türkiye’nin erken cumhuriyet döneminde inşa ettiği tren yollarından ve Anadolu’da kurulan fabrikalar aracılığıyla ülkesel üretimin güçlendirildiğinden bahsediyordu belgesel. Bunun ardından Marshall yardımlarının da yönlendirmesiyle, kentin tramvay ve demiryollarının kaldırılması ve yerini otobanlara bırakmasını anlatıyordu. Bu ‘Agresif Otomobil Satım Politikası’ aslında bir miktar şaşırtmıştı bizi. Çünkü aynı dönemlerde, 1950’lerin başında, İngiliz sömürgesinde olan Kıbrıs adasında da tek tek tren rayları sökülerek yerini otomobil yollarına bırakmıştı.
Yapım ekibinin parçası sayılan, TMMOB yönetim kurulu üyesi Mücella Yapıcı ile bu konu üzerine sohbet ettik. Sohbet sonunda dönemin ‘Otomobil Satış Politikası’ adına birçok ülkenin bu süreci yaşadığını fark ettik. Sonradan İngiliz döneminde memurluk yapmış bir büyüğümüz ile de bu konuyu da konuştuğumda, tren raylarının kaldırılmasının hemen ardından İngiliz yönetiminin tüm memurlara otomobil almaları için sıfır faizli krediler verdiğini ve ‘Otomobil Satış Politika’sını öğrendim.
Peki, neydi bu adamızı Trodoslar’dan Mağusa’ya kadar bağlayan tren hattının önemi. Kaldırılması bizlerden neyi çalmıştı. Yalnızca bindiğimizde bize güzel bir his yaşatan taşıt mıydı bu tren, yoksa başlıkta bahsettiğimiz ‘Ekonomi’ faktörüne etkisi var mıydı?
Öncelikle trenin bitiş noktası olan Trodos’lar Birleşik Krallığın Doğu’daki kereste kaynağıydı. Tren raylarının en son, en kısa ve en maliyetli etabı olan kısım iki dünya savaşında da doğu kanadının neredeyse tüm kereste ihtiyacını karşılamıştı.
Ardından Lefke’ye geçen tren yolu Kıbrıs Maden İşletmelerinin (CMC) ihracatını ve ihtiyacını karşılıyordu. Lefke’den krom, bakır ve asbest taşıyan tren, ardından Güzelyurt’tan aldığı narenciyenin bir miktarını Mağusa’ya taşıyor, bir miktarını ise Liman üzerinden Suriye’ye ihraç ediyordu.
Lefkoşa’dan, merkezden geçen tren memur ve çalışanların ulaşımını sağlıyordu. Son olarak da tren yolları Mesarya’da üretilen tahılı alıyor ve dünyaya açılan limana ulaştırıyordu.
Tabi bu sistemin hiçbir noktası tesadüfi değildi. Raylı sistemin kurulması için Birleşik Krallıktan uzmanlar gelmiş ve o zaman devecilerin yoğunlukla kullandığı Larnaka limanını Mağusa’ya kaydırmaya karar vermişti. Başlangıç noktasını Mağusa’ya aldıktan sonra tüm Kıbrıs adasını besleyecek omurilik, yani tren güzergahı, adanın üretim ve kaynaklar potansiyeline uygun olarak planlanmıştı.
Evet, tam anlamıyla bir sömürge sistemiydi bu, ama ekonomi odaklı planlaması iyi yapılmış bir sömürge sistemiydi. Kentsel planlama açısından tüm üretimlerin ucuz ve güvenilir taşıma sistemi ile limana ulaşmasını ve deniz yolu ile üretimin ihraç edilmesini sağlayan bir çalışmaydı.
Üretim/ekonomi/ulaşım ilişkisini çözen bu planlama vizyonu maalesef İngiliz sömürgesinin adayı terk etmesiyle bizim idare anlayışımızdan da ayrıldı. Özellikle günümüzde tek bir kemikleşmiş daire altına itilmiş planlama sistemimize baktığımızda, ülkesel ölçekte üretimle ihracatı destekleyecek, ticaret ve diğer sektörlerin canlanmasını sağlayacak vizyonlar doğrultusunda bir planlama anlayışı görebilmek maalesef mümkün değil.
Raylı taşıma sisteminin kaldırılmasının bir diğer kötü etkisi ise bize alıştırılan ve bazen ‘kültürümüzde’ olduğunu zannettiğimiz aşırı otomobil kullanımı oldu. 65 yıl içerisinde o kadar içimize işleyerek benimsetildiğimiz bu otomobil kullanımı maalesef ülkenin bütçesinde, gerek taşıt, gerekse yakıt alımlarıyla en büyük deliklerden birisi haline geldi.
Hükümetlerimiz ise yurt dışına akan bu paradan vergi adında komisyon aldığından dolayı kaybı toplu taşıma ile kapatma yoluna hiç gitmedi. Şu anda bu kaybın küçülmesini sağlamanın tek yolu ise Avrupa Birliğine girmek ve karbon salımı direktiflerinin ülkemize uygulanması ile toplu taşıma sistemlerini kurmamızın zorlanması olarak görülüyor.
Durum bu olunca da müktesebatına uyumlu hale gelmeye çalıştığımız Avrupa Birliğinden düşünce olarak uzaklığımızı sorgulamamız ve planlamaya verdiğimiz önemi bir daha gözden geçirmemiz ise bir elzem haline geliyor.
Not: Son olarak yazıyı tamamlarken bu köşede sizlerle bilgi ve düşünceler paylaşma fırsatı için Yenidüzen’e teşekkürlerimi eklemek istedim. Fikir paylaşımının getirdiği sorumlulukla, her Çarşamba, şehircilik, belediyecilik ve mekânsal siyaset noktalarına eğilecek köşe yazılarıyla sizlere ulaşmaya çalışacağım.