Mertkan HAMİT
mhamit@gmail.com
Ekonomi üzerine yapılan tartışmaların ana odak noktalarından biri devlet üzerinden gerçekleşir. Öyle ki, soğuk savaşın dahi devlet ve serbest piyasa arasındaki ikilemin yarattığı bir üstünlük mücadelesi olduğunu iddia edebiliriz. Bilindiği gibi Sovyetler merkezi planlı bir sistemle toplumun ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak hedeflenirken, pazarı tamamen ortadan kaldırılmıştı. Bu durum sürdürülemez hale geldiğinde de Batı bloğunun Sovyetler üzerine yaptığı karalama kampanyalarındaki çokça duyulan ‘Çocukların içmesi için yeteri kadar süt yokken, ayakkabıdan dağların oluşmuştu’ şeklindeki öykülendirme ortaya çıkmıştı. 1980’lerdeki piyasa fetişizminin temellerini ortaya çıkarken, o dönemin liberalleri bugünün de ekonomi politikasının temelini oluşturan devletin rolünün olabildiğince azaltılması gerektiği tezini yeniden ortaya koymuştu.
Liberallerin Devlet Karşıtlığına Dair
Liberaller devletin küçültülmesini iddia ederken temel dayanak noktaları üç ana eksende olmuştu:
1) Politikacıların yolsuzluğa bulaşacağından devletin de bu yolsuz amaçlara alet edilme tehlikesi
2) İnsan istek ve arzularının sonsuz olduğu ve devletin bunu sağlayamaması
3) Devletten daha eski ve ‘apolitik’ bir kavram olan pazarın verimliliğinin devlet müdahaleleri ile zarar görmesi
Oysa ki, bu iddiaların tümüne de karşı argüman geliştirmek mümkün. Öncelikle ekonominin politikadan arındırılmasını iddia eden piyasa ekonomisi severlerin bu taleplerine bir göz atalım. Aslında ekonominin politikadan arındırılma iddiası ortaya konulurken hedeflenen, yolsuz ilişkilerin ortadan kaldırılmasıdır. Liberaller tarafından ortaya konan bu söylem ise bir diğer tarafta kapitalist ilişkilerin sürdürülmesinin koşuluna bağlıdır. Kapitalizmin devamlılığının yolsuzluğu engelleyeceğine dair herhangi bir iddianın tutarlı olamayacağından hareketle, bunun başlı başına ideolojik bir talep olduğunu iddia edebiliriz. Ayrıca, tüm bunların yanında politik iradenin etkin rolü olmasaydı kölecilik, çocuk işçiliği, aşırı sömürü gibi kapitalistlerin kar hırsı/özgürlüğüne göre rasyonel olarak tarihte kabul görmüş tercihlere karşı devleti araç olarak kullanan siyasi irade bir savunma alanı yarattığını iddia edebiliriz.
İkinci bir nokta ise insan istek ve arzularının sonsuz olduğu ve bunu ancak piyasanın, devletten bağımsız olarak çalışmasıyla tatmin edilebileceğine dair inanış ile ilgilidir. Kabaca burada da piyasanın çalışma prensiplerinin avantajlı yanı ortaya konulurken, devletin bu ilişkilerden top yekün kaldırılmasının ise eğitim, sağlık, barınma gibi temel ihtiyaçların dahi satılabilir hizmetler haline gelmesine sebep olmaktadır.
Son olarak, pazarın apolitik olduğu ile ilgili olarak ise ciddi bir yanılsama söz konusudur. Özellikle Avusturya okulunun piyasaya apolitik ve üstün bir karakter yüklemesiyle serbest piyasa ekonomisinin sürekliliğini iddiası tarihsel olarak kapitalizmin gelişimine paralel olduğunu göstermektedir. Bana öyle geliyor ki, piyasaya mitik bir önem yükleyerek onun sorgulanamaz olduğunu iddia etmek ve bunun sonucunda da devletin etkisinin en aza indirgenmesine yönelik bir tahayyül oluşturmak sadece piyasa tutuculuğu ile açıklanabilir.
Sosyalistlerin Devlet Tutuculuğu
Sol ise 1980’lerden beri devletin rolünü yeterince sorgulamadan, ekonomik ilişkilerin merkezinde devletin olması gerektiği tezini istikrarlı bir biçimde savundu. Çoğu kez, neoliberallerin ‘bilimsel verimlilik’ tezlerine karşı, reaksiyonist fakat elle tutulur bir politika koyamamış olmamalarından ötürü de kapitalizme karşı verdikleri mücadelelerde genellikle başarısız oldular. Burada başarısızlıkların temeli sol görüşlü insanların hayalci, akılsız veya politika bilmez olduklarından dolayı değildir.
Foucault, bir grup Maocu ile toplumsal adalet üzerine yaptığı bir tartışmada mahkemenin bir kurum olarak ele alındığında burjuvaziyi temsil ettiğini söyler. Çünkü devrim ertesinde dahi oluşan yapıda yaratılacak olan kurumlar belli politik iktidar ilişkilerinin ağında oluşur ve bu yüzden de iktidar ağlarının bir yansıması olarak kurumlar ortaya çıkar. Bu durumda iktidar kurumlar üzerinden sürekliliğini korurken, burjuvazinin bir kurumu olarak varlığını sürdürebilir. Foucault’nun biraz da hiççi yaklaşımı bizleri son derece karmaşık bir sonuca sürükler. Kurumsallaşmanın başladığı yerde, kitlesel özne yitirilerek iktidar kendini normatif geleneğin üzerinden oluşturmaya başlar. Devrimin kopuşu temsil ettiği noktada kurumsallaşan normatif değer değişmemişse yeni-iktidar ile eski-iktidar arasında fark oluşmaz. Burjuva varlığını başka bir yüzle sürdürür. Bu noktada seçimler dönüştürücü olmadığı gibi, normatif açıdan değerleri oluşmamış bir devrim de dönüştürücü olmaz. Ekonomi için de benzerini söyleyebiliriz. Tabandan gelen isteklerin doğrultusunda ekonomide normatif değerlere dair bir anlayış şekillenmeden, ya da bu kaale alınmadan, sadece devlet yüceltilerek bir yapı oluşturulmaya kalkışılırsa, Çin’deki devletçi kapitalizm tarzı aşırı bir örneği, komünist bir ideal olarak alkışlayanların gafletine düşebiliriz.
Bu bakış açısı, benim genelde bu serinin özelde ise devleti bir kurum olarak algılayarak sürdüreceğim bu tartışmanın temelini oluşturacak. Çünkü bir kurum olarak devletin normatif bir değerler silsilesi oluşmadan politikanın merkezine alınarak sol siyaset üretme ihtimali gerçekçi değildir.
Alışageldik söylemlerle, devlet fetişizmine kadar gidecek olan, devleti merkeze alarak politika üretmenin öyle ya da böyle yine ekonomide hegemonik çıkarlara destek vereceği aşikardır. Bunun bir başka yansımasını İkinci Dünya Savaşı’ndan Sovyetlerin çöküşüne kadar geçen sürede uygulanan sosyal devlet modelinde de görebiliriz.
Sosyal devlet modeli süresince devletin vatandaşlarına sağladığı hizmetlerin büyük bir bölümünün, halkın taleplerini değil sermaye ve egemen güçlerin kaygılarını merkeze alarak oluşturulduğunu iddia edebiliriz. Yani, sosyal devlet modeli sıradan vatandaşın temel ihtiyaçlarını karşılama görevini yüklenmiş olsa da, bunun temelinde İkinci Dünya Savaşı sonrası iktidarın meşruluğunu sağlama amacı yattığını da unutmamak gerekir. İkinci bir nokta ise, sosyal devlet modelinin bahsi geçen kırılgan dönemde, piyasadaki talep dengesini arttırarak özel girişimcilerin güçlenmesi için uygun bir ortamı yaratma niyetinin de olduğunu unutmamalıyız.
Geleneksel söylemin etkisinde hareket eden sol, büyük anlatıların da ekseninde oluşturduğu devlet söylemli ekonomik modeliyle kitlelerin değil hegemonik ihtiyaçların savuncusu haline gelebilir. Bu noktada denge sağlamak son derece önemlidir. Belki de solun mevcut koşullar altında ortaya koyması gereken görev hegemonik taleplerle, kitlelerinin yararının ortaklaştığı veya en yakın olduğu noktalarda kitlelerin sesi olabilmek, tabandaki kitlenin ekonomik olarak gelişebilmesi için bir araç olarak devleti etkin bir biçimde kullanmaktır. Bu temelde çelişkili bir durum olabilir buna rağmen salt söylemle değil pratik açılımların yaşanan hayata etkisiyle koşulları geliştirmek isteyen sol için bunun üstesinden gelmek temel bir mücadele alanıdır.
Kuzey Kıbrıs’ta Devlet ve Ekonomi
Tanınmamış olmasına rağmen, Kuzey Kıbrıs’ta da devletin yetki ve yükümlülükleri ekonomik anlamda sol politikalar yaratabilmek için mümkün birçok aracı barındırır. Bu açıdan uygulanabilir pratik politikalar açısından bir kurum olarak devlet etkin bir araç olarak kabul edilmelidir. Kuzey Kıbrıs’ta sol ekonomi politikalarının üretilmesindeki ana eksiklik irade eksikliğidir. Maalesef bugüne kadar siyaseten baskın olan hemen hemen hiçbir siyasi parti, ekonomik olarak sol politikaları uygulama konusunda siyasi irade gösterememiştir. Türkiye Cumhuriyeti elçiliğinin de siyasi irade üzerine baskı oluşturma ihtimali kayda değer bir sebep olsa da bu meselenin tek boyutu bu değildir.
Menfaate dayalı feodal ekonomik ilişkilerimiz çerçevesinde Kuzey Kıbrıs’taki seçilmişler (veya seçilme ihtimali olanlar) de ekonomik politikaları uygulama niyetinlerini, kendi kendilerine dahi anlatabilecek cesarete sahip olamadılar. Bir taraftan sermayenin, diğer taraftan sendikaların baskısı yarattığı tuhaf ikilem sayesinde zaten elçiliğin baskı yaratma ihtimali ortadan kalkmıştır. Bu yüzden de, adı geçen bu siyasi irade problemini sadece elçiliğin baskı yapma ihtimali üzerine kurgulamak gerçekçi değildir.
Sonuç olarak, bir gün gelir de siyasi iradeyle beraber ekonomiye dair politikaları ortaya koyma cüretine sahip bir sol ortaya çıkar diyerek, devleti bir araç olarak kabullenerek, solun Kuzey Kıbrıs’ta ne gibi açılımları yapması gerektiğini maddeler halinde sıralayacağım.
1- Temelde toplumu kapitalizmin tüm adaletsizliklerine karşı koruyabilmek için yaşam şartlarına uygun asgari ücret, işsizlik ödeneği, bakım, sağlık, sosyal korunma, barınma ve diğer kamu hizmetlerinden yararlandırmaya yönelik etkin bir yapının oluşturulması son derece gereklidir.
2- Devlet bu yükümlülükleri yerine getirirken, gelir dağılımını yeniden eşitlemek adına vergi politikasını ilerici bir biçimde düzenlemelidir. Adaletli bir vergilendirme yapısı oluşturularak, kamudaki gereksiz harcamaların önüne geçmek için bağımsız bir denetçiler kurulu yapılandırılmalı, kamusal harcamaların toplumsal denetim altında olacağı bir sistem sağlanmalıdır. Aralık 2012 Dünya Bankası Kuzey Kıbrıs raporuna göre genel devlet gelirlerinin gayri safi yurt içi hasılaya (GSYİH) yüzdelik olarak oranı Güney Kıbrıs ve Malta ile benzerlik göstermesine rağmen, giderlerin GSYİH’e oranı Güney Kıbrıs ve Malta’ya oranla %10 daha yüksektir. Bu, devlet giderlerinin denetime tabi tutulmasının gerekliliğini bir kez daha ortaya koymaktadır.Ayrı rapora göre Kuzey Kıbrıs’ın vergi geliri 2008 yılından 2011 yılına kadar dalgalanarak azalmaktadır. Bu da doğrudan vergilerin toplanmasına yönelik formüllerin geliştirilmesinin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Ayrıca KDV gibi dolaylı vergilerin devlet gelirlerinin büyük çoğunluğunu oluşturmasına rağmen, tüketim maddeleri üzerine fiyat artışı olarak yansımaktadır. Özellikle temel ihtiyaç ve tüketim maddeleri üzerindeki dolaylı vergileri azaltmak kitlelerin bütçelerinde göreceli bir rahatlamayı da yanında getirerek, ekonomik aktiviteyi canlandırabilir.
3- Dünya Bankası raporu ayrıca solun kesinlikle duyarsız kalmaması gereken bir noktayı daha belirtiyor. Rapora göre 2008 ile 2011 yılları arasında dışarıdan sağlanan hibelerin ortalama %42’si Savunma giderleri için harcandı. Savunma bütçesinin bu denli yüksek olması sol bir siyasi iradenin ekonomik anlamda refahı toplumsallaştırabilmesi için güçlü bir mücadele zeminine sahip olduğunu gösterir. Adanın mevcut yapısı da göze alındığında, kademeli olarak savunma bütçelerinin azaltılması hem ekonomik olarak kaynakların toplumun daha ihtiyaçlı kesimlerinin korunmasını sağlayabilir, hem de adadaki sorunun sona ermesi için somut ve sol için sahiplenilebilinir bir politikanın temelini oluşturabilir.
4- Devlet bunların yanında ekolojik yükümlülüklerin de yerine getirmek için uygun bir araçtır. Siyasi irade en azından taşıt sahiplerinin ekolojiye yaptığı zararın da karşılığının alınması için vergi uygulayarak irade gösterebilir, toplu taşıma gibi çevre dostu yöntemlerin gelişmesi için çalışamlar yapabilir. Buradan sağlanan gelirle sürdürülebilir çevreyi mümkün kılacak projeleri desteklenirken, çevre koruma alanlarındaki kırsal nüfusun ekonomik ve sosyal anlamda dezavantajlı bir konumda bulunmasını engelleyecek çeşitli inisiyatifler de yaratılabilinir.
5- Ekoloji gibi tarım sektörü ve KOBİ’lerin daha etkin bir biçimde mali kaynak, teknik ve uzman bilgisine erişebilmesi için devlet kaynaklarının adil ve verimli kullanılması ile ilgili inisiyatifler alarak, ekonomik ölçeği büyütmeye yönelik girişimlerde öncü rolü uygulayarak, ekonomik aktörlerin büyük bir bölümünün sıkıntılarına çözümler üretebilir.
6- Çalışma hayatında aşırı sömürüyü ve güvenliksiz çalışmayı önleyecek etkin bir yapı oluşturulmalıdır. Bunun için çalışma hayatıyla ilgili temel insan hak ve özgürlüklerini gözetleyen kapsamlı yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılmalıdır.
7- Özellikle kamu eğitimi ve kamu sağlığı temel bir hakkı temsil ederken, para ile satılmayan ve devletin vatandaşlarına sağlamakla zorunlu olduğu bir hizmettir. Kuzey Kıbrıs’ta bu yapıların hem fiziki hem de insan kaynağı boyutunda değerlendirilerek, eldeki özele/kamuya ait olan teşebbüslerin hizmetlerinden bir bütün olarak faydalanmanın önünü açacak bir model geliştirilmelidir.
8- Tüm bunların oluşturulabilmesi için siyasi iradenin boyun eğmeyen bir yapıda olması gerekmektedir. Özellikle Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki tahakkümüne karşı kitlelerin temsiline dayalı bir irade gösterilmesi siyasi anlamda da iktidarın halkı temsil ettiğini ve devletin ekonomik ilişkilerdeki rolünün bir karşı hegemonya araco olarak kurgulanmasını da mümkün kılabilir.