Mertkan HAMİT
mhamit@gmail.com
Ekonomik aklın etrafında devlet yönetilmesinin esas alınması içinden çıkılmaz bir problemi yanında getiriyor. Ekonomik aklın adı kulağa hoş gelmesinden feyz alanlar gün ve gün çelişkilerle dolu bir hikâyenin içinde kayboluyorlar. Özellikle ekonomik akla uygun yönetimin sol adına yapılmasını talep edecek kişilerin bu hükme nasıl varabildiklerini anlamakta hala daha zorlanıyorum. Bir taraftan kar ile faydanın tarafsız kelimeler gibi sunuluyor olması, diğer yandan faydacılık temelinde bir algı ile maksimum getirinin bireyi tatmin ederken günün sonunda toplumun tümüne yansıyacağına dair bir varsayımla ele alınması ekonomik aklın temel hareket noktalarını oluşturmaktadır.
Ekonomik akıl kimilerine göre, yaşanan yolsuz ilişkilerin sonunu, iş yapmayanın yapandan ayırt edilmesini, hak edenle etmeyen arasında bir çizgi çekmeyi de sağlayacak bir anlatıyı temsil ediyor. Hâlbuki gerçekten ekonomik akıl kabul edildiği kadar bütün sorunları çözebilmenin anahtarı olacak bir kavram mıdır? Başka bir deyişle, ekonomik akıl derken gerçekten adaletli bir yapıdan da mı bahsediyoruz?
Ekonomide yaklaşımları değerlendirirken, farklı algılayışlar arasındaki en büyük farkın adalete verdikleri öncelik olduğunu söyleyebiliriz. Hem genelde hem de Kıbrıs özelinde asıl problem adaletli bir ekonomik yapının yaratılamamış olmasıyken, Kıbrıs’ta hala daha çözümün hâlihazırda dünyadaki adaletsizliklerin anası ve de babası olan kapitalizme daha fazla entegre olmak olarak algılanması benim için çok çelişkili bir durumu ortaya koymaktadır. Ekonomik problemlere alternatif üretmek adına kapitalizme makyaj yaparak sunanlarla uzlaşamadığım temel nokta da; ekonomik bir yapı tahayyülünün gerçek anlamda toplumsal adaleti içerememiş olmasıdır. Çünkü ister Kıbrıs özelinde, isterse de dünya genelinde ekonomik akıl üzerinden üretilecek politikalarla beraber etkin yönetişimci yaklaşımların kurtarıcı güç olmayacağını çok iyi biliyorum. Bunun tüm dünyadaki yansımalarını görebilmek için etrafımıza biraz daha dikkatli bakmak yeterliyken, mevcut şartlarda kapitalizme teslim olarak adaletli bir yapının yaratılamayacağını gönül rahatlığıyla iddia etmekten de çekinmiyorum.
Eğer adalet talebini, insanların yaşadıkları veya yaşayacakları olası tüm acılara karşı bir korunma ihtiyacı olarak kabul edersek; adaletin savunuculuğunu yapmakla yükümlü olan sol düşüncenin de bu minvalde hareket etmesini beklemek son derece doğaldır. Ekonomik akıl, tahakkümün dilinde konuşmaktır. Oysaki tahakküme karşı bir alternatif olduğunu iddia eden sol hareketlerin, tahakkümün dilinde söyledikleri gücün merkezinde kabul görse de, temsil etmekle yükümlü olduklarına karşı bir anlam ifade etmemektedir.
Siyah ve beyaz gibi bir ikileme indirgenen politikanın içeriğine bakılmadan hareket edilmesi sürekli olarak siyasetin özüne dair oluşan karmaşayı güçlendirmektedir. Ekonomik akıl söylemi üzerinden şekillenen akıl karışıklığına bakacak olursak, birçok konuda olduğu gibi ekonominin de salt bir ikilem dâhilinde algılanması manidardır. Bu ikilemi; ekonomik aklın temelinde hareket etmek gerektiğine dair bir iddia ve bunun karşıtlığı; yani var olan menfaate dayalı yapının korunması şeklinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Oysaki ne alternatif ürettim deyip kapitalizme alımlı bir maske giydirip politika üretmek; ne de radikal bir çıkış yapıyorum diyerek; nevi şahsına münhasır bu yapıyı onaylamak çözüm alternatifidir. Ne ekonomik problemlere dair çözüm yolunu ana akım ekonomiye giriş kitaplarındaki paradigmaları uygulayarak; ne de Das Kapital referanslı soyutlamalara dayalı bir tartışmayla çözülebileceğini savunmak çıkar yol değildir.
Burada hareket noktası: Liberalizm/Sosyalizm ikilemlerine dayalı büyük anlatıların ötesine geçebilen partisi, ailesi, dini, dili ve yurttaşlığı ne olursa olsun bu topraklarda yaşayan, üreten ve tüketen insanları merkeze alan, ihtiyaca dayalı ve ekolojiye duyarlı bir yapı olmalıdır. Biçimsel özellikleri yanında ilkesel değerleri de belirlenmiş bir yapı adaletli bir düzen için çıkar yolu temsil edebilir.
Ekonomik akla yatkın politikaların ‘gerçekliğine’ ikna olmuş birçokları belli sorular ekseninde tartışırlar. Bunlar: ‘Ekonomik aklın ne’si kötü? Verimlilik ekseninde yapılacak üretimin neresinde sorun var? Rekabetin olmadığı durumlarda verimlilik ve üretim azalmayacak mı?’ biçimindedir. Oysaki tüm bu soruların cevabı sistemin kalıpları terkedilmeden, insanın varoluşundan beri en önemli özelliği olan yaratıcılığın kullanılmasına olanak vermeyen ve hâlihazırda ekonomik akıl ekseninde oluşan yapılara bakmaya davet eden sorulardır. Oysaki yaratıcılığı körelmiş bir insanın robotlaştığını iddia edebiliriz. Bu durumda ekonomik kalkınmanın da sayborglar için değil insanlar için olduğunun da altını çizmek önemlidir. Ekonominin insanı merkeze almayan bir rakamlar silsilesi haline dönüştüğü durumlarda ise adaletin ekonomik boyutunun göz ardı edildiği aşikârdır.
Bir diğer söylenmesi gereken, ekonomik akıl hâlihazırda ideolojik olarak içi doldurulmuş bir kavram olduğudur. Bu noktada, ekonomik akıl üzerinden kavram üretenler ile tartışabilmek için içeriği güçlendirecek biçimdeki sorular yerine bu anlayışın görmezden geldiği konulara yönelik sorular sormamızın önemidir. Bu noktada soracağımız sorular şu şekilde olmalıdır: ‘Ekonomik akıl üretim sonrası oluşan adaletsizlikleri nasıl çözülür? Ekonomik akıl kar uğruna üretici kaynakların aşırı sömürülmesi konusunda ne önerir? Ekonomik akıl üretim sonunda yarattığı ekolojik yıkımın maliyetini karşılamayı nasıl rasyonalize edebilir? Üretilen kar, toplumun çeşitli katmanları arasında herkesin temel talep ve ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde bölüştürülmesini sağlayacak düzenlemelerin yapılması durumunda sermaye sahiplerinin üretime dair istekleri bu derece yüksek olabilir mi?’ Bunların tümü ekonomik akıl temelinde atılacak adımların cevaplamakta başarısız kaldığı sorulardır.
Hatırlatmakta yarar var: ekonomik akıl savunuculuğu günün sonunda kapitalist ekonomik ilişkilerin tümünün sürdürebilir olması için atılacak adımları içerir. Ekonomik aklın egemenliğinde, üretim ve karı maksimalize edebilmek için işçi sendikalarının güçsüzleştirmesi, devletin sosyal reformlarının sınırlandırması, kamu hizmetlerinin harcama olarak algılanmasından ötürü tüm bunların budanması gibi birçok uygulamayı normalleştirdiğinin de altını çizmeliyiz. Tüm bu adımlar ekonomide akıllı davranamayan devletin etkisinin azaltılmasını hedefler. Bu etkinin azaltılmasıyla beraber devletten özele yönlendirilen ekonomik alanın sermaye tarafından doldurması da esas gaye olarak belirlenir.
Süreç içerisinde kamusal adalet yerine bireysel kazanım merkezli üretimin ön plana çıkması güçlü sermaye gruplarının ekonomide ve yönetimde etkisini görünür kılınırken, kalabalık bir insan grubu da sessizleştirilir. Bu noktada demokrasinin en büyük problemi olan: eşitler ve daha fazla eşitlerin ayrımı ortaya çıkar. Eşitsizliğin ekseninde oluşan bu durum kitleleri görünmez hale getirir.
Altı çizilmesi gereken bir diğer önemli nokta özel sermayenin aşırı güçlendiği durumlarda ortaya çıkmaktadır. Bugün yaşadığımız süreçte olduğu gibi, sermayenin siyasete egemen olması kural koyucuların da halka dönük adımlar atmasını engellemektedir. Özel sermayenin son raddeye kadar etkin olduğu İngiltere veya Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde dahi, krizin sistematik boyutları dramatik boyutlara ulaşmıştır. Bu yazı yazıldığı süreç içinde kredi derecelendirme kuruluşlarının Britanya ekonomisinin kırılganlığının arttığına işaret eden bir kararla, Britanya’nın notunu AAA’dan Aa1’e indirmiştir. Kredi derecelendirme kuruluşları ‘bilgiye hâkim’ taraf olarak eski emperyal devlet Britanya’dan daha belirleyici hale gelmiştir. Bu örnekte olduğu gibi ekonomik ilişkilerinin birbiriyle bu denli bütünleşmesi artık iktidarın sınırsız ve görünmez hale geldiğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Artık iktidar denilen şey geleneksel anlamda bir bedene sahip değildir. Buna binaen iktidar karşıtlığı da seçilmiş kurum/devlet/kişilere yönelik oluşturulması da pek mümkün değildir. Hal böyle olunca, karşı iktidar yönetene karşı durmak için etkin bir yöntem olsa da, sisteme karşı mücadele verebilmek için paralel bir iktidarın oluşturulması son derece gereklidir. Çünkü gelinen bu aşamada sisteme karşıt biçimde bir şeyler söylemek sistem tarafından sessizleştirilmeye veya sistemin belli düzenlemelerle kendini yenilemesine olanak tanımaktadır. Oysaki sistemi tepeden dönüştürmeden ona paralel kurumlarla alternatifinin mümkün olduğunu ortaya koymak sistematik bir dönüşümü temsil edebilir. Bu patronsuz bir fabrika, tabanda katılımcılığı güçlendirilmiş bir yerel yönetim, dayanışmayla kurulmuş bir sosyal merkez, yani var olan gerçeklere karşı değil onlara paralel bir gerçeğin oluşturulabileceği örnekleri temsil eder. Bu tarz örneklerin artması ekonomik aklın dayattığı gerçekler, savlar vb… tüm yaklaşımlara somut bir karşıtlık temsil edebilme potansiyeline sahiptir.
Büyük resmi göz önüne aldığımızda Kıbrıs özelinde kapitalizme karşı verilecek olan mücadelenin ne derece ince elenip sık dokunması gerektiğini hatırlatmakta yine ve yeniden yarar var. Sol içinde alternatif arayışları her ne kadar da yaygın olarak tartışılıyor olsa da, yukarıdaki anlatıya etki edecek bir alternatifin etrafında herhangi bir düşünce üretildiğinden ikna olmuş değilim. 2004 yılına kadar solun alternatif üretimini çözümden sonraya ertelemesini eleştirenlerin büyük bir bölümünün bugün siyasi tezlerinin merkezinde Kıbrıslı Türklerin varoluş mücadelesi bulunması manidardır. Göç, işsizlik, hayat standartları ile ilgili kaygıların tümü yaşananların ekonomik problemler olduğunu göstermektedir. Bunun sadece bir kimlik meselesi olarak algılanması siyasetin sürekli kendini tekrarlamasına sebep olurken, bu basmakalıp anlayışlardan acilen kurtulmamız gerektiğini de ortaya koymaktadır. Hazin olan ise günün sonunda, elinde kapsamlı bir çözüm önerisiyle Eureka! diyemeyen sol yeni bir paradigmayla oyun değiştirici olarak ortaya çıkma konusunda son derece çekingen bir durumda olması. Sol siyaset; ekonomik akıl ile menfaat ilişkilerinin devamı arasında debelenirken, çözüm olmadan olmazcılık ile yok oluyoruz refleksleri arasında çaresiz bir yerde konumlanıyor.