Anlı şanlı, büyük(!) şehirlerimiz bir haftadır yağmura teslim…
Yıllardır, bir tekerlemeyle geçiştirilir konu…
Ta ki, yeni bir sel baskınına kadar…
Öne sürülen neden “Alt yapı eksikliği”… Suçlu da belli: yeterli alt yapıyı kuramayan yetkililer…
Ben kendimi bildim bileli yinelenen bu tekerlemenin işe yaramadığı ortada…
Bu tekerlemeye inanan yetkililer(!) de her su baskınının ardından, “çözümü bulduk” diyerek kimi alt yapı çalışmalarına girişiyor… Suyun fazla biriktiği noktalara yapılan “yağmur suyu drenaj hatları”; dereleri birleştiren ek kanallar vb…”
Ancak görülen o ki bu “alt yapı” çalışmaları sorunu çözmekte başarılı değil…
Çünkü sorun (ülke genelinde olduğu gibi) yalnızca alt yapı yetersizliği değil… Asıl sorun “Üst Yapı”da…
Marksist Felsefe’de geçen “alt yapı/üst yapı” kavramları, bizim kullandığımızdan oldukça farklı olsa da, yaşadığımız sorunların temelinde yatan aslında bunun ayırdında olmamamızdır…
Marks’a göre, “toplumsal yapılanmanın bütün elemanları iki ana grupta toplanır. Ekonomik ilişkiler ve bunlar etrafında biçimlenen üretim ilişkilerini oluşturan maddi unsurlar grubuna altyapı, Toplumun din, hukuk, siyaset, sanat ve felsefe gibi düşünsel etkinlik veya kurumlarına da üstyapı adı verilir.
Üstyapı toplumsal altyapının bir yansımasıdır. Herhangi bir toplumda üretim ne tarzda gerçekleştiriliyor, üretim ilişkileri nasıl şekilleniyorsa ve bu ilişkilerde hangi güç ve sınıflar egemen durumundaysa, üstyapıyı oluşturan unsurlar da bunların özelliklerini gösterirler. Bu nedenle her toplumda egemen olan düşünceler, egemen sınıfın düşünceleridir.
Bir başka deyişle, yaşadığımız tüm olumsuzlukların nedenlerini, üretim (ve mülkiyet) ilişkilerinde aramak gerek…
Kabullenmek istemesek de, bizim toplumda egemen olan düşünce, egemen sınıfın düşüncesidir.
Hani o, “yıkacayık!” diye söylendiğimiz STATÜKO var ya; hepimizin ruhuna(bilincine) işlemiş… Egemen olan düşünce O…
Ganimetçi (mülkiyet ilişkileri dahil); çıkar odaklı; siyasi rüşvetle şekillenmiş üretim ilişkilerini içselleştirmiş; insani olana yüz çevirmiş durumdayız…
Doğaya,çevreye, kültüre, sanata duyarlılıktan söz edenlere alaysı gülümseyişimizle bakıp; “bizim” dediğimiz, maddi/manevi tüm değerleri tüketmekle meşgulüz…
Kültürümüzü, insani değerlerimizi, öz saygımızı, dik duruşumuzu, duyarlılığımızı, tepkiselliğimizi(isyancılığımızı demeye dilim varmıyor) yitireli çok olmuş; kabullenmiyoruz…
Kanserden/trafikten ölenlerin ardından “ah vah!” çekip; mezarlık kapısından yine o STATÜKO gömleğiyle dönüyoruz sahte yaşam alanlarımıza…
Bizim “cılız/etkisiz/kısacık/samimiyetsiz” tepkiselliğimizin rehavetindeki yetkililer(egemenler), kolay yönetebilmenin rahatlığı içinde sürdürüyorlar iktidarlarını…
Üzgünüm ama, sürdürmeye de devam edecekler…
Dağlarımız daha çok oyulacak; trafikten, kanserden daha çook canlar yitireceğiz…
Her yağmurda şehirlerimiz su basmaya devam edecek; biz yine derelerin üstüne inşaatlar yapmaya devam edeceğiz…
Bilimden gayrı her şeyi “üreten” Üniversitelerimizi baş tacı edip; toplumun malı olanları yok etmek için uğraşacağız...
(Statükonun babası)RR. Denktaşı Yaşatma Derneği'i başkanını DAÜ rektörü; (hapisteki) bir öğretmeni(20 yıldır binası olmayan) Tiyatrolar Müdürü; bir başka öğretmeni Kültür dairesi müdürü; bir doktoru Çevre ve Doğal Kaynaklar Bakan; öteki doktoru eğitim bakanı yapmaya; (ucu bize dokunan) her olumsuzluk karşısında sızlanmaya devam edeceğiz…
Ümit İnatçı’nın sosyal medyada yazdığı(durumumuzu özetleyen) şu satırlara bakın: “Necdet Osam’ı o makama yakıştıranların aklını seveyim… Ben bu karara saygı duymak istemiyorum… DAÜ Sanat ve Tasarım Merkezi başkanlığından istifa ediyorum. Yıllık programı da iptal ediyorum. Herkes gibi dersciğimi verip odama çekilirim. Zaten beklenen de bu… Ne kadar işe yaramazsan o kadar adam yerine konursun…”
Haksız mı?