Zaman zaman Güney’deki Türk plakalı arabalara saldırıyorlar. (Bizim taraftaki ELAM’cılara da bol bol malzeme veriyorlar.) Bu kafatasçılar, kendilerine ne öğretilmişse onu biliyorlar sadece. Sözde ‘vatansever’dirler... Sözde ‘milliyetçi’dirler... Ama o çok sevdiklerini iddia ettikleri vatan’a da insanlarına da verdikleri zararın farkında bile değiller.
• Bunca yaşanmışlıklara karşın hala ENOSİS‘çidirler. Eninde sonunda bir gün, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlayacaklarına inanırlar. Çünkü öyle inandırıldılar.
• İstanbul’a hala Konstantinopolis derler... Ve eninde sonunda İstanbul’u da geri alacaklarına inanırlar. İnandırıldılar...
• Aslında, sadece Güney’deki kümeslerinde öterler. Kümeslerinden dışarıya çıkmaya cesaretleri de yoktur.
• Üç sopa, beş taş ile kendilerini ‘kahraman’ sanırlar.
• (Büyük olasılıkla) 1974’den sonra Kuzey’e hiç geçmediler. (Geçseler de kendilerine saldıracak birisi yoktur buralarda.) Kuzey’e geçmemeyi de büyük bir kahramanlık ve büyük milliyetçiliklerinin bir gereği olarak görürüler.
• Güneydeki saldırılarında, hedefleri hep masumlardır.
• Beyinleri olmadığından, ne istediklerini, ne istemediklerini dilleriyle anlatamazlar. Tek bildikleri avaz avaz bağırmak, sopalarla, taşlarla kargaşa yaratmaktır.
• Böyle yapmakla ‘çözüm’ü nasıl baltaladıklarının farkında bile değildirler. Daha da ötesi, böyle yapmakla TAKSİM’cilere nasıl koz verdiklerinin de farkında değiller.
• Adanın bugünkü bölünmüş halinin tek nedeninin kendileri ve kendileri gibi düşünen üstün zekalılar (!!!) olduğunun da farkında değiller.
• Bu kafada devam ettikleri takdirde, TAKSİM’in resmen gerçekleşmesi tehlikesinin bile bulunduğunu göremiyorlar ve görmek istemiyorlar.
Devam edin ey kahramanlar (!!!).... Aynen devam edin ama sonra da ellerinizi başınız
arasına alıp “Ahh biz ne aptalmışız” demeyin sakın...
----------
Şarkılarda barış
On gün kadar önce ADRES ailesi olarak 5. Yılı kutladık. Saat 20.00 civarında on kişi kadardık. Dakikalar ilerledikçe sayı yirmilere çıktı. Gelenler arasında Güney’den dostlar vardı.
Saat kaçtı bilmiyorum. İlginç bir soruşturma başladı. Önce Ersin Kaşif Hoca’ya “Ma kemanı getirmedin ?” siteminde bulunuldu. Sonra oklar bana döndü: “Ma gitarını getirmedin Erdinç abi ?”. Hem Ersin Hoca’dan hem de benden “Hayır” cevabını alanların protestoları arasında Cenk Mutluyakalı klarnetini çıkardı önce. Sonra, içeride duvarda asılı bir gitar (belli ki çok uzun zamandır ellenmemişti) elime tutuşturuldu.
Gitarı akortlayabilmek için Ersin Hoca’yla neler çektiğimizi uzun uzun anlatmayacağım. Ama sonunda iyi-kötü başardık. Ve çalmaya-söylemeye başladık hep bir ağızdan. Güney’den gelen dostlar da şarkılara katılıyordu. Hele bir de Rumca sözleri de olan şarkıları seslendirmeye başlayınca eğlence bambaşka bir havaya dönüştü...
Olmasa Mektubun, Yiğidim Aslanım, Yedikule, Telli Telli ve daha nice şarkıları iki lisanda okuduk. Rum dostlar Rumca bölümlerini, bizler Türkçe bölümlerini söylerken bir yandan neşeleniyor bir yandan da “Ahhh” çekiyorduk her birimiz içimizden.
Güzel bir geceydi ve her güzel gece gibi o da bitti sonunda. Yeniden toplanmak üzere anlaştık ve vedalaştık.
***
Bir gece sonra, evde sıkılınca, bizim Arda’nın Barfly’ına attım kapağı. Orada da Güney’den Rum konuklar vardı. Arda ve Alkapon sahnedeydi. Gecenin bir saatinde Arda birdenbire Zülfü Livaneli şarkıları söylemeye başladı. Maria Farandouri ile iki dilde okuduklarından.... Hem Türkçe hem Rumca sözleri olanlardan. Ve şarkı bittiğinde söyledikleri taş gibi oturdu: “Dostluk, Barış şarkılarda, şarkı sözlerinde kaldı galiba...” gibi birşeylerdi. Sanki yeni bir hayal kırıklığının birkaç sözcüğe sığdırılışıydı Arda’nın söyledikleri.
Bir gece önce de yaşamıştım benzeri bir durumu. Yine, şarkıları hem Türkçe hem de Rumca sözlerle söylemiştik hep bir ağızdan. Söylemiştik de ‘Barış’ özlemimiz gerçekten, Arda’nın da dediği gibi, ülkemizin üstün kişileri (!!!)’nin üstün çabaları ile şarkılar ve şarkı sözlerinde mi kalıyordu bir kez daha ?