“Elif Şafak, ‘Kayıp Ağaçlar Adası’nda, Kıbrıslıtürk kimliğini ortadan kaybediyor...”

Sevgül Uludağ

Nazen Şansal/ARGASDİ

(Baraka’nın kültür dergisi Argasdi’de yazan Nazen Şansal, Elif Şafak’ın “Kayıp Ağaçlar Adası” kitabında Kıbrıslıtürkler’i “bambaşka bir kültürde” resmettiğini, kimliğini ortadan kaybettiğini belirtiyor... Nazen Şansal’ın bu yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz... S.U.)

Elif Şafak’ın İngilizce olarak yazdığı “Kayıp Ağaçlar Adası”, Kıbrıs’ın yakın tarihine ilişkin bir aşk romanı. Bu “aşk” sözcüğünün içeriğini, kadın-erkek veya iki erkek arasındaki cinsel aşk olarak doldurmanız mümkün olduğu gibi, bir yurda veya barışa duyulan hasret olarak da yorumlayabilir, hatta ağaçlarla insanlar arasında kurulan tutkulu ilişki şeklinde de okuyabilirsiniz.

Kitap, 1974 yılında gizli gizli buluşan Defne ve Kostas’ın savaş sebebiyle ayrılmasını ve yıllar sonra yeniden biraraya gelerek Londra’da bir hayat kurmaya çalışmasını, 2010’ların sonunda 16 yaşında olan kızları Ada’nın köklerini merak etme hikâyesi ile birleştirerek anlatıyor. Kıbrıs’tan Londra’ya giden orta yaşlı Meryem teyze, romana mizah ve dinamizm katarken Kıbrıs yemeklerini adadan Ada’ya taşıyor. (mu acaba! Bu mevzuyu yazının ilerleyen bölümlerinde açacağım.)

“BESTSELLER OKUYUCUSU İÇİN LEZZETLİ...”

Bir yanda her türlü zorluğa göğüs geren ve yüceltilen aşıklar, diğer yanda savaşların yarattığı kayıplar, bilhassa da şovenizm ve militarizmin kadınlara ve eşcinsellere vurduğu darbeler… Buraya kadar, gerek Kıbrıs gerekse de çatışma yaşamış başka coğrafyalarda geçen romanlarda, hele ki karakterlerini sosyal sınıf değil, kimlik temeli üzerine kuran günümüz postmodern edebiyatında sıklıkla ele alınan konular bunlar. Sayfalar arasına bir tutam baharat (*) da kattığınızda; çatışan toplumların yemek kültürünün benzerliklerini ve sofranın birbirinden kopuk nesilleri birleştiriciliğini de eklediğinizde, ortaya ikramlık bir eser çıkması kaçınılmaz oluyor. Nitekim “Kayıp Ağaçlar Adası”, sıradan bir bestseller okuyucusu için oldukça lezzetli bir kitap. Ancak Kıbrıslı Türkler için hazmı pek de kolay değil! (Sebebini az sonra kitaptan örneklerle açıklayacağım.)

“LA FONTAİNE’DEN HİKAYELER GİBİ...”

Kitabın en etkileyici kısmı, anlatıcılardan birinin, görmüş geçirmiş bir incir ağacı olması. 70’li yılların başında, Lefkoşa’daki bir meyhanede neşeli sohbetlere, aşıkların romantizm ya da kaygı dolu anlarına, homofobik saldırılara tanıklık eden incir ağacı, 2000’lerin başında Kostas tarafından Londra’ya götürülüyor ve ait olmadığı bir iklimde yeniden hayat buluyor. Yazar, çatışmaların doğa üstündeki yıkıcılığını, ağaçların birbiriyle ve hayvanlarla olan bağlarını, insanlarla duygudaşlıklarını incir ağacının dilinden aktarıyor. Başta metaforik anlatımlarla okuyucuyu büyüleyen bu bölümler, kitabın sonuna doğru, fareler, karıncalar, sivrisinekler filan da işin içine girince La Fontaine’den hikâyeler gibi fablımsı bir tada bürünüyor.

“ENTELLEKTÜEL BATILILARCA BEĞENİLİYOR...”

İçinde bulunduğumuz tarihsel ve toplumsal sistemde “bestseller” olmaya uygun görülen pek çok roman gibi “Kayıp Ağaçlar Adası” da, aşkın kutsallığı, savaşların acımasızlığı gibi en genel geçer doğrulara taraf olmakla yetiniyor; psikolojik travmaları ve müzmin melankoliyi davetkâr ve gizemli kılıyor; karakterlerini, ait oldukları sosyal sınıftan bağımsız, kimlik ve kültür üzerinden biçimlendirmeyi yeterli sayıyor. Toplumsal cinsiyet ve eşcinsellik konuları, ekoloji ve kadim doğa/doğu bilgeliği ile de soslandı mı elbette çok satıyor ve bilhassa entelektüel batılılarca beğeniliyor.

“KIBRISLI TÜRKLERİ BAMBAŞKA BİR KÜLTÜRDE RESMEDİYOR...”

Ancak bizi dünyaya anlatan kitap, Kıbrıslı Türkleri bambaşka bir kültürde resmediyor. Zorla asimile edilmek istendiğimiz ama yıllardır direndiğimiz kültürel kodlar, bilhassa dinsel gericilik, sanki 1974 öncesinden beri hayatımızın doğal bir parçasıymış gibi gösteriliyor. Bununla da kalmayıp ilkel bir kabile gibi yaşayan, abartılı batıl inançlara sahip, falcıdan, büyücüden medet ummaktan başka bir yol yordam bilmeyen, cinlere inanan, nazardan korunmak için yere tüküren adalılarız Şafak’ın gözünde!

“CİN HİKAYELERİ!...”

Kıbrıslı Meryem teyze, genç yeğeni Ada’ya şöyle diyor 226’ncı sayfada: “Kıbrıs’ta annem her zaman derdi ki, yaklaşan bir toz fırtınası gördün mü hemen saklan, çünkü cinlerin düğün vaktidir.” Ve devam ediyor 227’nci sayfada: “Kuran’da da söz edilir cinlerden. Bizim kültürmüzde görünmez yaratıkların varlığına inanırız biz.” Bu gibi safsataları reddeden Ada’ya ısrar ediyor: “Ama bu sözünü ettiğim şey kadim bilgelik. Kültürümüzün bir parçası. DNA’nda var.” Bu durumda ithal din dersi kitaplarındaki cinler için de aynısını söyleyemez miyiz!?

“MÜSLÜMAN TARZI BAŞÖRTÜSÜ...”

2000’lerin başında adanın kuzeyine gemiyle gelen Kostas, gemiden iner inmez gözüne çarpan tezgahlarda tespih buluyor (s.231). Lefkoşa’daki Hotel Afrodit’in resepsiyonisti “geleneksel Müslüman tarzında başörtüsü” ile kendisini karşılıyor. Çayını yudumlamakta olan kocasının arkasındaki duvarda Türk bayrakları ve Arapça dualar var (s. 232-233). Otel odasına evli olmayan çiftler alınmıyor. Büyük Han’daki bir buluşma anlatılırken “çevre camilerden akşam ezanının yankılandığı” özellikle vurgulanıyor ve Kıbrıslılar, (yeme-içme kültürüne bunca önem atfeden bu romanda) kahve, ada çayı veya limonata değil birer bardak ıhlamur içiyor (s.271).

“SEMAVER VE ÇAY BARDAĞI TAKIMI!...”

Çay demişken, Meryem, Kıbrıs’tan İngiltere’ye yanında ne götürüyor dersiniz? Semaver ve çay bardağı takımı! Çaya süt koymayıp yanında kesme şekerle içiyor. Yemek kültürümüze göre hazırladığı kahvaltıda, tabii ki hellim ihmal edilmemiş ama sarımsaklı çılbır, biber kızartması, domates dolması var. Ayrıca yeşil zeytin (çakısdez) golyandro yerine rezeneli hazırlanıyor (s.88). Oysa tüm bunlar, geleneksel Kıbrıs mutfağına ait değil. Şayet ortaya konan iddia “Yemek bir kültürün kalbidir. Atalarının mutfağını tanımayan, kendini tanımıyor demektir (s.162)” şeklinde olmasaydı, bu detaylar incir çekirdeğini bile doldurmayabilirdi.

“KIBRISLI TÜRK KİMLİĞİNİ ORTADAN KAYBEDİYOR...”

Şafak, kitap boyunca Kıbrıslı Türklerin gündelik yaşam biçimini, kendine özgü inançlarını ve kültürel kodlarını, sanki her zaman Türk ve Müslüman unsurlarla bezeli bir toplummuş gibi resmediyor. Kitap 2020’leri anlatsa ve değişen bir kültüre gönderme yapsa böyle bir eleştiriyi hak etmeyebilirdi. Ancak sorun şu ki, bir yandan soyut bir “adalı”lığı romantize ederken diğer yandan Kıbrıslı Türk kimliğini ortadan kaybediyor.

OKURUN KALBİNİ FETHEDEMİYOR...

Çeviri bir kitap da olsa Mağusa’ya Magosa demekte beis görmüyor. Ağaçların bu denli önemsendiği, Latince adlarının dahi yazıldığı bir romanda, begonvilin yanında bir de cemileyi duymayı, okaliptusun yanında bir de efgaliptoyu görmeyi bekleyen okurun kalbini fethedemiyor.

2000’lerin başıda Kıbrıs’ın kuzeyinde geçen onlarca sayfada ne kapıların açılmasından ne de çözüm ve barış mitinglerinden bahsediliyor. O yıllarda yediden yetmişe herkesin gündeminde olan, on binlerce insanın sokakları doldurduğu eylemler tek bir satırda bile geçmiyor. Fakat Hollywood yıldızlarının mülk sahibi olduğu Maraş, ballandıra ballandıra anlatılıyor. Zira Kayıp Ağaçlar Adası, Kıbrıslı Türkler gerçekliğini, adanın aktüalitesine feda ediyor. 

(*) Bir Tutam Baharat, yönetmenliği ve senaristliği Tassos Boulmetis’in yaptığı Türk-Yunan ortak yapımı filmdir. Aynı mahallenin çocuğu olarak büyüyen ama daha sonra yolları ayrılan Türk kız ile Rum erkeğin imkansız aşkını, iki halkın ortak yemek kültürü ile birlikte işlemektedir.

(ARGASDİ – Nazen ŞANSAL - 4.3.2024)


***  GİDENLERİN ARDINDAN...

“Aydın Hikmet beyin ardından...”

Ulus IRKAD

1988 yılında, hanımımla, Ankara’da yaşamakta olan kardeşim Ömer’i ziyarete gidiyorduk. Uçağımız havaalanına indikten sonra havaalanına özel arabalar giremediği için, Ankara içinde bir yerde bizi bekleyecek olan kardeşimle buluşmak için, Havayollarına ait bir otobüsle mecburen bir müddet Ankara’ya kadar seyehat etmek mecburiyetinde kalmıştık. Otobüste bu kısa yolcuğumuz sırasında hemen yanı başımda Kıbrıs şivesiyle konuşan bir Beyefendi dikkatimi çekmişti;

“Siz Kıbrıslı mısınız?” diye sordum.

“Elbette, nasıl anladınız?”

“Konuşmanızdan” dedim.

Dostluğumuzu bu kısa müddet içinde ilerlettik.

“İsminiz?”

“Aydın Hikmet” dedi.

“1962 yılında öldürülen avukatlarımızdan Ayhan Hikmet’in kardeşi olmalısınız, soyadınız benziyor” dedim ama bu konuyu da fazla ilerletmedim. Beni doğrulamıştı…

TARHAN KİTABEVİ’NİN İDARECİSİYDİ...

Bana kartını verdi. Ankara’da Tarhan Kitabevi’nin idarecisi idi. Orasının dedemin 1930’lu yıllardan, Müstemleke İdaresi tarafından sürgün olacağı zamana kadar en yakın arkadaşlarından Baflı Talat Taşer tarafından çalıştırıldığını, arkadaşı olan dedem Hamza Erdoğan’dan ta çocukluğumda biliyordum. Talat Taşer aynı zamanda annemle babamın ilk evliliklerinde kiraladıkları evin de sahibiydi. Bu yüzden çocukluğumda onun hakkında çok şey duymuştum. Aydın Bey, Talat Taşer’den sonra 1965 yılında olacak, Tarhan Kitabevi’ni devralmıştı. Talat Taşer o yıllarda bir Çerkez Hanımla evlenip oradan başka bir yere gidip yerleşmiş, emekliye ayrılmıştı (İsmini unuttuğum bir gölün yanındaydı evi-kaynağım da 1980 yılında 70 yaşında olan dedem Hamza Erdoğan’dır.)

ECEVİT, KİTABEVİNİN MÜDAVİMİYDİ...

Talat Taşer’le akraba da oluyorlardı. Talat Taşer de burasını aslen Kıbrıslı ama Mersin’den Ankara’ya gelen bir Beyefendi’den devralmıştı. Rahmetli Başbakan Bülent Ecevit’in Tarhan Kitabevi’nin müdavimlerinden olduğunu, Ecevit’le Baflı Kıbrıslı Türk lider Dr. İhsan Ali arasındaki teması da Talat Taşer’in oradan sağladığını biliyordum. Ankara’dayken Aydın Bey’i Tarhan Kitabevi’nde ziyarete gitmeme rağmen işyerinde bulamamıştım.

KÜLTÜRE KATKILARI BÜYÜKTÜ...

1990’lardan sonra Kıbrıs’a gelen Aydın Bey, Eğitim Bakanlığı Kültür bölümünde görev almış ve Klasik Tük Müziği orkestra ve korolarında hem idarecilik hem de ud’la katkılarda bulunmaya başlamıştı. Eğitim ve Kültür Bakanlığı’nda da bir odası bulunmaktaydı. Eğitim Bakanlığı’na her gittiğimde onun odasına gider, bazen saatlerce görüşür konuşmalarımızı da sanat ve müzik dallarından seçerdik. Aydın bey’i birkaç defa da Mağusa’daki Türk Sanat Müziği konserlerinde seyretme-dinleme onuruna erişmiş ve onu devamlı bu konuda takdir etmiştim. Bir aralık Baf’tan 1953-54 yıllarında sürgün edilen ve Ankara’da Tarhan Kitabevi’nin de aynen Aydın Bey gibi idareciliğini yapan Talat Taşer’in fotoğrafını vermişti bana. Sağolsun, onu rahmetle anıyorum.

EN FAZLA KÜLTÜR VE MÜZİKLE İLGİLENİRDİ...

Aydın Bey’in ölümünü geçen gün sosyal medyadan öğrendim. Unutmadan da yazayım sosyal medyadan da birkaç defa haberleştiğimizi ve sohbet ettiğimizi de hatırlıyorum.

Onunla uzun bir dönemdir temasım kesilmişti. Çoktan Eğitim Ve kültür Bakanlığı’ndan da ayrılmış, son zamanlarda onu görememiştim. Belli ki o da çoktan emekliye ayrılmıştı.

Çok kıymeti bir entellektüeli, bir gerçek Kıbrıslı’yı daha yitirdik. Onun dostluğuna ve sohbetlerine doyum olmazdı. Kültür ve müzik en fazla ilgilendiği konulardı.

Anısı önünde saygıyla eğiliyorum…

Aydın Hikmet’ten birkaç hatıra...

Aydın Hikmet, kendi sosyal medyasında zaman zaman çeşitli anekdotlar, hatıralar ve düşüncelerini paylaşmaktaydı... Bunlardan birkaçı şöyle:

“CELAL HORDAN...”

“1950’lerin ikinci yarısında Anavatandan getirtilmişti.

Getirilmesindeki amaç Kıbrıs Türkünü hizaya sokmaktı.

Düşünün ki askerliğini bile yapmamış bir sokak çocuğu

Kıbrıs Türkünü eğitecek, ona milli şuur aşılayacaktı.

Gelir gelmez misyonunu yaymaya başladı.

Gençlik Teşkilatı’nı kurdu, sloganını belirledi:-

“Kıbrıs Türktür Türk Kalacaktır”

 “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyası başlattı.

Yetiştirdiği militanları şu hizmetlerle görevlendirdi:

Rumca kelime kullanandan iki şilin ceza almak,

Yaşlı kadınların başlarından çarşaflarını çekip çıkarmak,

Rumdan bir arşın bez alanın kumaşını didik didik parçalamak,

İş dönüşü elinde bir bağ maydanozla gelenin otunu başına çalmak.

Elemanlar öyle bir terör estirdiler ki insanlar konuşamaz oldular.

Sonunda sahiplerine uyup, silah alacağız diye para topladılar.

Ve bir sabah cebinde binlerce Kıbrıs Lirasıyla onu uğurladılar.”

“GEÇMİŞ OLA...”

“Söz konusu iş olunca, Ayhan’ın da çıraktan bir farkı yoktu.

Dersten arta kalan zamanlarında dükkanda o da işe yarıyordu.

İngitere’ye hukuk tahsiline gideceği güne kadar da çalışmıştı.  

Hiç unutmam; Londra’ya hareketinden bir gün önceydi.

Ayhan hamal arabasını iterek Galanos’tan bir çuval getirmişti.

Aradan iki dakika geçmemişti ki, Galanos İşletmeleri müdürü

Viya efendi koşarcasına çıkageldi.

Öfkeli gibiydi ve babama şöyle konuşmuştu:

“Oğlunu yüksek tahsile göndereceğin gün bu ne demek oluyor? 

Hamala verecek yarım şilinin de mi yok?”

Babam başını hafif sallayarak ve sükûnetle şöyle cevap vermişti:

“Elbette var. Ama o yarım şilini Piccadilly’de harcarken,

hangi emeğin karşılığı olduğunu aklından çıkarmasın istedim.”

“HAYDARPAŞA MAHALLESİ...”

“Kirlizade, Yenicami, Karababa, Euclus, Haydarpaşa

ve Zühtüzade Sokaklarının kuşattığı, Aya Sofya, Yenicami

ve Ay. Kasiyano mahallelerinin ablukaya aldığı Haydarpaşa Mahallesi,

ölçekte küçük, şöhrette büyük bir semttir.

Lefkoşa ikiye bölündükten sonra Ay Kasiyano mahallesi iki parçaya ayrıldı.

Kuzey kısmına Kafesli dendi, güney kısmı eski adını korumaya devam etti.

Euclus Sokağının adı değiştirilip  Caner Mehmet Ali’nin ismi verildi.

Aya Sofya’nın adının değiştirilip Selimiye olması daha eskiye dayanır.

Haydarpaşa Sokak’taki yapıların numaralanması Ay. Kasiyano Sokağıyla birleştiği köşe itibarıyla başlamış, Kirlizade Sokağa varmadan son bulmuştu.

26 Numaralı minik mavi plaka da sokaktaki son hanenin kapısına çakılmıştı. 

Ondan sonra gelen sağlı sollu iki okul binası hala ayakta durmaktadır.

Kirlizade Sokaktan girişte solda yer alan binaya, görülen lüzum üzerine  öncelik tanındığından, karşısındakine ancak şimdi sıra gelmiştir.

Halen Turizm ve Çevre Bakanlığı’na ait sağdaki karşı binanın Osmanlılardan kalma bir akıl hastanesi olduğu söylenir.

Yine bir söylentiye göre, okul olarak hizmete girmesi 1930 yılında mümkün olabilmiş, Evkaf Murahhası Sir Münir, eski akıl hastanesini  İslam Erkek Lisesi’ne dönüştürmeyi o zaman başarabilmiş.

Derken 2. Cihan Harbi patlak vermiş ve öğrenciler üç yıllığına Lapta’ya gönderilmişler. Bu zaman zarfında, İngilizler binayı farklı amaçlar için kullanmışlar. Alman işgali yüzünden ülkesini terk eden Yunan kadınlarının

sığınmasından tutun, askerin yiyeceği ekmeğin fırınına varana kadar her türlü ihtiyaç burada karşılanmış.   Öğrencilerin Lapta dönüşünde okullarının adı Lefkoşa Erkek Lisesine çevrilmiş. Bu olay başta öğrenciler ve veliler olmak üzere herkesi sevindirmiş. Buraya kadar anlattıklarım evdeki büyüklerimden aktarmadır. Bundan sonraki gelişmeleri, net bir şekilde hatırlıyorum. Türkiye’nin 1950 seçimlerinin ardından Erkek Lisesinin adı  bir kez daha değiştirildi.  Demokrat Parti’nin iktidarı boyunca da Celal Bayar Lisesi olarak anıldı. 1960 ihtilalinden sonra, eski adına tekrar kavuştu  ve yeniden Lefkoşa Erkek Lisesi oldu. Lise şu andaki yerine gidince Mücahitler Kışlası’na dönüştürülen bina, uzun yıllar kışla olarak kullanıldı, tahliyesinin ardından da Türk Maarif Koleji’ne devredildi. Bildiğiniz gibi, en sonunda da bugünkü haline getirildi.”