Gülfidan Erhürman
gul_fidan_2@hotmail.com
Adam/a
Düşün… O kadar karaydı ki ufkum/sevmeyi bile unutmuşum,/ aşkı da sen hatırlattın bana/Hani gençken gövdesine yürek çizdiğim/ kavuşuksuz bir sevdaydı devrim…/Ve düşüm, öylece kalmıştı bir ağaç kökünde/Sen kangren olan o yüreği kanattın işte/ Bilir misin yalan/aşk öldürmüyormuş/ bir ülke kadar büyük olsa da/kaldırabilirmiş yürek/ sonu olmayanı da/ve aşkı tekrar yaşayabilirmiş insan/ yaşam kararsa da gün batımında/ bulutlar kenetlenebilirmiş ufukta/ her renkte, ahenkle/yeter ki insan hayal kurmayı bilsin./Sen bir kimliksiz resimde/ eksik kalarak bir yanını çizdiğim/haramsın, hayalle vuslata erdiğim/kimsenin bilmediği/ hep sınırsız sevdiğim adam/sın…
Nehir gibiydi işte, sular seller gibi aktı sınırlarımdan dağıtarak yasak çizgilerimi... Ölümlü dünya diyen annem bile ölene kadar bilmedi bunu; vurduğu her tokatla aşk aynı adam/a aynı toprağa çakılırken... Elini tutamadım... Biz yürüyemedik o Platresin kiraz ağaçlarının altından, nenemin gül bahçesinden geçemedik, koklayamadık çıkardığı gül suyundan aşkı. Ne geçmişimizi anlatabildik birbirimize ne geleceğimizi o arka bahçelerimizdeki mahpushanelerde döndük durduk buluşmaya gün sayarak. Aralarda havalandırmaya çıkardık bedenlerimizi birbirimizle, hiçbir yere ait olmayan yürekler taşıdık, sevgiyi soyunduk kavgayı giydik. İkimiz de fasulye gibi nimetteniz pişirilip başka masalara kurtarılan, kendimizi yiyor, onlarla sevişiyor hep o-hal/e şükrediyoruz.
Ben ağladım senin arka bahçeni gezerken, sen görmedin. Niye mi ağladım...? Beni sevmeyen dedeme ağladım, bana aç kaldığımda parayla yoğurt satan Hristalla’ya. Ana dili yasaklananlara aşkı anlatamadıklarından. Anneme ağladım, çocuklarını eşit tutmadığından, aynı sevemediğinden. Namusuna boğularak aşkı yaşayamadan ölen neneme... Bir de o yarım/adam/a kimliğinden dolayı öldürülen, ayağındaki kunduranın deliğinden sevgiyle ışık saçarak o yolda yatan ve inadına ölmeyen o adam/a... Pamuk ipliğine bağlı birlikteliklerin ucunda sallanan hayatın mutsuzluğuna kopmayan… Ve her an kopacakmış gibi duran, adı konmayan, o mutluluğa ağladım...
Bahçenin köşesinde boynu bükük aşkla çiçeklenmiş ekşi erik ağacına, ağzına lezzeti dolduğu an yüzünü hazla buruşturan… Hatta ekşi dediğin an, aşkla kendiliğinden biriken o akarsuya, senin adını andığım an, gürültüyle içimden gelerek gözümden akan. Köyümden aklımda kalan o çağlayana hasrete döküldüğüm… Hep bir oyun oynuyordum onunla. Suyun içine sevgiyle kozalaklar atıyor ve bir koşu daha ileriden yakalamaya çalışıyordum ama yakalayamıyordum çoğunu, suyun akışına zamanın hızına yetişemediğimden… Senin adın Platres veya başka şey, ne fark eder ki soyadın hasret olduktan sonra. Savaş fettan, gözünü de gönlünü de alıyor insanın…
Bir sürü şey var kaybettiğimiz, bin türlü kaygıyla içimizden söküp attığımız… Ufuktaki gün doğumunun batışı ile birlikte, ısrarla sırasını bekleyen o silik, kimliği belirsiz ayı görünce ağladım ben. Birileri işkenceyle dilinin ucundan sesini kopardığından, aşka dilsiz kalışına, bana o bahçeyi gezdirmek istemene konuşmadan, elimden tutarak kendi yaşamına çekişine kalbimden sürükleyerek… Tek ayak nasıl yarım yamalak yürüdüğüme şaşırmana, hatta bana acımana bile aldırmadım bazen. İçimden hep yere düşüp de dizlerini berelerken bile sessiz kalan, ağlamayan o çocuğun içten hıçkırıklarını duyduğuna inandım çünkü… Sakladığım beni keşfetmene, tanımayanlara inat, tanıdığına. Toprağa kanla çizilen çocukluğuma rağmen onla beslediğim hayal dünyamı ve ölümlerden sekerek nasıl sevinçle yaşadığımı ve hala yaşamak istediğimi görüp de anladığına inandım.
Hayat bir çocuk oyunu, hep ince bir çizgide sek sek oynuyor bizimle, taşını atıyor güldürüyor ömür boyu ya da düşündürüyor başını gözünü yararak, en çok da yüreğin yaralanıyor sen o çizgileri aşmak isterken. Bazen uzağına düşüyor, bazen çizginin kıyısına, mutluluk su içer vaziyet, taş çizginin yanında, tek ayaksın eğilip alamıyorsun, tutamıyorsun elinle… Kaybetmek istemediğinden uğraşıyor zorlanıyorsun, dengen bozuluyor düşüyor yanıyorsun… Bilir misin ben “Olmaya devlet cihanda” sayılmadım, “Hiç” sayıldım hep. Kendime misafirim, aşkı hep acılı bir ezgi gibi dinledim ve yüreğimin savaş sığınağına sakladım. Senin gülüşlerini çaldıklarında ve beni kaybederek kazandığın her savaşta, yalnız kaldığına da ağladım, yanında olamadığımdan…
Ben arka bahçede ergenliğimi yalnız yaşamıştım 13 uğursuz ay halimde… Bir incir ağacının altında sancıyarak bir torba üstünde girmiştim yenidünyama, kimse de yoktu yanımda. Gölgesine acımı sermiş ve üzerine yatıp geçmesini beklemiştim, o geçmeyecek sancının… Adanın her şeyi ben orada sancırken üstüme sindi. Hayal kurmak kötü, hayatın kapıdan çıkması yasak, kızlar Rapunzeldi. Onlara kadın olduklarında atılan her tokadı yüzümde duyduğumdan, kendimi bu utançtan sakladım, anneme söylemedim… Ve büyümedim hep o/hal kaldı üstümde.
Annem müstemleke memuruydu İngiliz’e satılmış… Ve elimi tutan yoktu, kadınlığımın ispatı şahidi de olmadı… Memleket gibiydim, öyle de kaldım. Başkaları ne der dedim ben bir şey söylemedim, bu yüzden de hep geç kaldım kendime. O EOKA savaşında çocukluğumda bir polisin elime verdiği silahla siyah beyaz bir fotoğrafta, başkalarını vurmamak için kendimi vurmuşum… Uç/muşum… Dünyanın tüm nimetlerden vaz geçip, yüreklerdeki sevgi kırıntılarını yiyorum hâlâ, hangi sokaktan isterse gelsin milliyetsiz bir laternanın peşinden gidiyorum… Karışık sesler dinliyor Rumca konuşulanı Türkçeye çeviriyor, İngilizce anlam veriyorum. Bu yüzden, anlatamıyorum derdimi, kendime bile…
Hep o küçük kız usumda, Rum bir hocadan ders alarak akordeon çalan... Akordeon kırmızıydı burguları beyaz ve ayarı bozuk hep öyle çaldı yanlış ses vererek hiçbir nağmeye uymadı çaldığı söylediği... Bu ne tür bir dürtüydü bilmem ama ben senin hüznüne düştüm, inanma yaprak bile nereye düşeceğini biliyor, senin tüm gezi yolların da bana çıkıyordu işte. Pencereme konmuş azıcık süt biraz limondun ve ben ağlıyordum o aptal camın karşısında sana bakarken, kendimi görüyordum. Kimliğine enjekte edilen zehirden korunmak için çırpınıyordun sarı bir hayal bir gün batımı gibiydin sisler içinde, İstanbul’a yakışmayan... Dört bir yana koşup kendini sevdirecek sevindirecek şeyler arıyordun. Pandomimdin sanatsal bir düş pastoral bir senfoni…
Yüreğinde tuttuğun oyuna bir kural arıyordun. O zırh altında kabul görmeyen bir halkın ezik kahramanıydın. İkimiz de dilimizden tut her şeyimize kılcal damarlar gibiydik ansızın ten üstüne çıkan, görüldüğünde şaşırtan. Farkına varmadan kanla birbirine geçmiş köklere döndük akıl karıştıran… Sen köküne sarılıyordun sularla, ben güvercinler uçuruyordum koynundan, göğsün bir ormandı başımı dayamak istediğim. Ama uzaktım, Kuğulu Park’tan akıyordum sana süzülerek ve Cumartesi anneleri, annemizdi ikimizin de. Evden yoldan sokaktan toplayıp bizi öldürmüşlerdi dilimizden anlamayanlar, arayıp sormuyordu hiç kimse bizi biz üveydik kendimize bile... Ancak doğadan arzuyla esen rüzgârdan tozlanarak üreyebilen bir hurma gibiydik, hani aşılansak belki de birbirimize cennet yemişi… Sence insan hayatı yüreğiyle ekip biçerse, sevgiyi aşkı yaşayabilir mi kendine oynanan bu oyunun kurallarını bozarak? Bilmem…
Dört bir yanda dört bin yaban dil konuşulsa hatta konuşması yasaklananlar dahi konuşmak ısrarında olsalar bile tek bildiğim biz susuyorduk… Kendi dilimizi anlamadığımızdan konuşmaya utanıyorduk bana sorarsan. Çocukluğumdan aklımda kalan o ağacın dalıydın sen asılınca kırılan, bağlanmadan meyve vermeyen. Kimse kabuğunu kıramamış, seni ruhundan soymamış ve tadına varamamıştı yabandın kendine benim gibi. Beterin beteri vardı ben hiç aşk yaşamamıştım, her şey yarımdı bana ve kendimle bile barışamamıştım... Her heyecanda çıkan o savaşın ahıyla söndürmüşüm yüreğimi, ah bir yaşam biçimiydi bende... Ah! Yakası kolalı kız olmasam demekti boynum kıldan ince kesilmese, köyüm o yanda kalmasa... Babam öleceğinde adıma şerh koymasa, annem adımı “Gün” koysa, Gün dese gün yüzü görseydim keşke, demekti…
Annesi çalıştığından evinin kapısını açamayan, sicim yağmurda kalmış o küçük kız çocuğuydum sevgisizlikten sırılsıklam. Tüm o namusuna boğulmuş kendi ırkından insanların görmemezliğine inat, kapısını bir Hristiyan kadının açıp da sobanın yanına oturttuğu, ısınsın diye, elime tutuşturulan fincandan içtiğim İngiliz çayıyım kapkara, bu yüzden cam gibiyim, bildiğin ayna, sevgiye yansıyorum kimin ne olduğuna bakmadan. Sızıdan kahrolmuş kanayıp duran o ıssız çocuk kanamadı sadece, tüm duygularının fazlasını da akıttı tüm insanlara, bundan sevgiye taşıp dökülme hallerim… Yoksa ben de en az senin kavuşamadığın o aşk kadar yorgununum…
Ben bir başkasının evinde yaşadım aşkı ve o başkası benim kara üzümlü bağlarımı çaldı şaraba kesti aşkla. İkimiz de mutluluğu mutsuzlukla karıştırdık ve her gün bir ölçek içtik işte, sarhoş olduk aşk sayıkladık ateşle ayıldık savaştık. Bu bilindik bir şeydi ya entegrasyon ya federasyon ya da olmayan devletin konfederasyonu… Yersen... Entegrasyon imkânsız, federasyon iki toplumun bir çatı kurması konfederasyon olmayan bir devletin olan tarafından kabullenilip imzaya oturması ve ben senin olmayanındım... Hatta dünya ahret olmayacak olanın, kısaca saza gelmiyordun, elini tutamadım.
Dedemin o küçük radyosunun burgusunu çevirdiği zaman karışan sesler gibiydim kulağını tırmalayan... Kimliğim olmadığından başka dil konuştuğumdan karıştırıyordun beni, ne olduğumu bilmezmiş gibi yapıyordun, anlamak istemediğinden. Radyo bir gün çalışmayıp bozulduğunda evde olmadığımı ispatlamak için sekiz mil yol kesmiştim eşek yolundan… Kıbrıs’ın en yüksek dağına Platresten Trodosa tırmanmışım evde yoktum demek için... Evet, aşk dendiğinde yoktum sekiz yaşındaydım ve göçmendim kendimden. Rum bir derede pabuçları yırtılan kardeşime potin arıyordum. Savaş çıktığında, askerden firar ederken onun gözaltına alındığını bilmeden valizini taşıyordum barikatlardan geçerek… İngiliz’e sığındığında onu sokağa attığından, ülkesiz kaldığına ağlıyordum...
Dedem beni yine de dövmüştü, ben bozmamıştım hâlbuki hiçbir şeyi, o karışan sesler bozdular kimse anlamıyordu ki birbirinin dilini... Dilimi tutamadım, sen de anlamadın dilimi, bende başlar başlamaz bitişin bundan. Annem bile yüreğimi bilmedi, hep besleme dedi bana, beni çingenelerden almış, kendine benzemiyormuşum o beyazmış ben kara… Piçmişim lafın üstüne gelmişim, kızıyordum ona, ayağımı yere vurup bağırıyordum o güllü yüreğimle, eteğimi savurarak... “İyi ki benzememişim, iyi ki benzememişim” Elbiselerini giyiyorum evet ama ruhunu bulaştırma bana asla diyordum... Herkesin ruhu kendine.
Sen nasıl da bildin bam tellerimi. Sevindirmeyi seviyorsun sen… Yükten eğrilen bir çocuğun elindeki ağırlığı alabilirsin mesela veya hüznü dağıtan rüzgar olabilirsin... Tutku üfleyerek gül motiflerine, hayalleri havalandırabilirsin rengârenk, dilinle söylemesen de alt yazıyla bir kurgudan geçirebilir, ruhuma sokup utancı bir lahza unutturabilir, bana fazla gelen o acemi hazzı, bana yaşatabilirsin. Bir hastane yatağında ben doğduktan hemen sonra ölen o adamdan sanki daha fazla anlam kattın adıma ve sen beni daha çok sevindirdin. O öldü evet ama üzülme ölü doğan bir ülkede yaşıyorum ben hala, ölü doğmuş aşklara alışığım. Sen bir sonbahar soluğuydun bana ve ne diyeceğimi merak etmiştin, biz dilin altındaki baklaydık sanki ıslanınca çıkacak, tam tersi çıkmayan huy olduk.
Ne sana öğretmişlerdi kavuşmayı ne bana. Hep kimliksiz bir kurguyla yaşadık... Ben varken sen yoktun, sen varken ben yoktum, elini tutamadım... Tüm eski üstü açık sinemalar kapanmıştı biz de o yokuşlarda nefesimiz kesilmiş kalmıştık oradan bakıyorduk dünyaya sansürle... Kadınlara meccanen aşk diye bağırıyordu çığırtkan: “Asker doğurun, yanlış aşklar yaşayın, aralarda verem olun, kurallar koyun aşka. Bekledim de gelmedin şarkınız olsun…” Sesi kurusun... Hiçbir hayal taşımıyordu bana sorarsan. Meccanen gösterilen o aşk filmlerinin de sonu gelmiyordu zaten… Hayatımız gibiydiler hep ağlatan. Bir makastık seninle çizdiğimiz sınırları bekleyen figüranlardık, içimizdeki dil dışarıya vurmadan duygu geçirmeyen barikatlarda bekledik asla geçit vermedik aşka... Aşkı ayıp bildik, öpüşmeyi günah, sevişmek ne kelime... Aşk mühim meseleydi oysa.
Annem bana her kızdığında “defterleri yırtacayık” derdi ve onun bana ait bir defteri bile yoktu, varsaydı da kendi bildiğini yazıyor ve bana sormuyordu, biz defterlerimizi değiştik senle klasik bir senaryoydu, birileri arka bahçemizi kazımış bizi içimize gömmüştü ve illa ki birileri hiç konuşmadan bizi içimizden çıkarsın istiyorduk, çıt çıkarmadan. Klasik bir müzik gibi dinliyorduk birbirimizi... Biri seni çalıyordu bana gitarla en ince telime vurarak, ben ağlıyordum… Sen benim hayallerimde düşlediğim, gölgesine yatıp sancıdığım o ağaçtın, bir müzenin duvarında bana yazıklar sallayan, beni anlamadığından. Ve ikimiz de olgunlaşmadan o ağaçtan koparılan meyvelerdik ham... Hani “ham meyveyi kopardılar dalından” diye bir şarkıya başlıyordum ben, sen 78de yarım kalan aşkından bahsederken... Ve ikisinin de sonu yoktu.
O paragrafta susmuş kalmıştık hüsranla sen orada ben buraşta nazlı yardan ayrı, seni de beni de ırksız bir haneye yazmışlardı, arka bahçelerimizdeki azganlardan tutunamıyorduk birbirimize... Borçlu yazıldığımız o yırtılan defterlilerimizden başka yüreğimizi nadasa bırakacak yerimiz yoktu. Senin gittiğin her yerde, benim yazdığım her harfte her yazıda ve şiirde içimizde rastladığımız ama yaşayamadığımız... Yüreğimizde sergileyemediğimiz ama gözümüzde sergilenen o sanatsal aşka ağladım ben birbirimize hayranlıkla bakıp da durduğumuz. Hatta bir tiyatroda gözümü bağladıklarında o kalbimize ettiğimiz eziyetin işkencenin sesini duydum içimde çığlık çığlığa... Keşke kulaklarımı da kapatsaydım diye düşündüm bin kere öleceğime, o kadar ceset var ki hayatımda aşktan ölen ve hala yaşayan benimle.
Sen kendine kapanmıştın ufuktun sarıya çalmış yorgun ve ben sana yüktüm sanki hayrına bir şey çıkmayan. Kimliği unutturulan bir yarım adam/dın atı almış ama Üsküdar’ı geçememiştin. Hiçbir şarkı değmiyordu yüreğine, hiçbir kayıktan yükselen saz ulaşmıyordu... İkimiz adına da aşktan utanıp başımı önüme eğdim. Biz yaşadıklarımızdan çok yaşayamadıklarımızdan yorgunduk. Çift yollar vardı evet metrolar, köprüler ama hız o kadar çoktu ki ceset gibi yaşıyordu insanlar ve hepsinin bittiği yerden biz başlıyorduk. O kadar çok yaşanmayan aşk biriktirmiştik ki içimizde ekip de biçemediğimiz... Sen arka bahçende benim hiç bilmediğim yaşamadığım bir ölü aşkı gezdirdin bana.
Ne sen aşık olduğuna kavuştun, ne ben barışabildim kendimle… Ben harflere ektim hasreti sen arka bahçene kimse göremeden. Hasretle özlemle baş etmek zor vicdanlı olmak da bir çeşit hammallık, dalına budağına yalnızlık aşılar insanın ve senin ektiğin her yer/de benim yazdığım her satır/da sürgün verir ağaç olur meyve verir... Ama acıyı yer acıyı yazarsın, netice/de hasret kokar… İçimizde bitiremediğimiz ve biriktirdiğimiz o kadar çok güzel şey var ki meyveye duramayan, tadını bilmediğimiz bizden eksik kalan, yüreğimizi durmadan kazıyıp ekip biçerek yarattığımız ama koruyamadığımız endemik duyguya, her ağaçta her çiçekte her yazıda ve şiirde aradığımız ama yaşayamadığımız o yasak aşka ağladım ben işte… Kaderimiz aynı diye... Kimsenin bilmediği yüreğimde yaşayan o yarım ADA/ma ağladım… Elini tutamadığım...