Dünya genelinde sol düşüncenin geldiği nokta, yarınlara dönük umutsuzlukta önemli rol oynuyor.
‘Soğuk savaş dönemi’ diye anılan, ama aslında global siyasette ‘emekten yana’ bir ağırlığı temsil eden sosyalist ülkelerin de var olduğu yıllarda durum hiç de böyle değildi.
Doğu Bloku adı verilen birçok sosyalist ülkede sosyalizmin teorideki gibi çalışamadığı bir vakıadır. Ancak geldiğimiz konakta ‘güçsüz sol’ kapitalist dünyayı etkilemekten çok uzak ve bu da sınıfsal ayrışmayı, yoksulluğu ve sömürüyü katmerleyerek artırıyor.
Kapitalizmin vahşi şekilde uygulandığı birçok ülkede artık insanlar daha dünyaya gelmeden ‘borçlu’ olabiliyor!
Çalışanlar emeğinin karşılığını alamadığı gibi, sağlık ve eğitimin metalaştırılması sayesinde yaşam kalitesi aşağılara çekiliyor.
Gelişmemiş ülke halklarının yiyecek bir lokma ekmek, içecek bir yudum su bulamayışı ise dünyadaki politik dengesizliğin bir başka ve belki de en dramatik görüntüsünü oluşturuyor.
* * *
‘Soğuk savaşın bittiği tarih’ diye kabul edilen 1989’dan sonra da dünyada sosyalizmi uygulamaya çalışan ülkeler oldu. Latin Amerika’da Küba, Venezuela gibi örnekler mesela. Asya’da ise Kuzey Kore hala sosyalist sistemle yönetildiği iddiasında…
Bu ülkelerle ilgili objektif, detaylı ve güvenilir bilgi elde etmek kolay değil. Hem kendileri dışa çok açık değiller, hem de bu çağda bile dezenformasyon nedeniyle doğru bilgi akışı yok.
Kapitalizmin hüküm sürdüğü coğrafyalarda ise yaşam da, düşünce alanı da sistemin devamını besleyecek şekilde gelişiyor. Alternatif sol düşünceler ve politikalar cılız kaldığı için de kitleler ‘umut ışığı’ göremiyor, ‘tutunacak dal’ bulamıyor.
Bunun sonucu ya savrulmadır ya da suskunluk…
Her ikisinin de örneklerini sürekli yaşamaktayız.
* * *
Bu satırları bundan beş yıl önce yazmıştım aslında… O günlerde ‘UBUNTU’ adlı bir öykü dolaşıyordu sosyal medyada. Dün YDÜ İletişim Fakültesi’nde düzenlenen bir konferansta ‘Ubuntu’dan söz edilince aklıma geldi yeniden. Arşive girdim.
Aslında öykünün olağanüstü bir tarafı yoktu. Afrika’daki bir kabileye mensup çocukların ‘insanca’ davranışı anlatılıyordu sadece!
Evet, ‘insanca’!..
Biz o kadar yabancılaştık ki ‘insanca’ tavırlara, böyle öyküler çıkınca karşımıza duygulanıyoruz, gözlerimiz yaşarıyor.
Oysa ‘biz’ böyle değildik.
Sonradan bozulduk!
Ve bizi bozan sistemin ta kendisidir.
Ona karşı çıkmadıkça, değiştirmek için örgütlü mücadele vermedikçe ‘insan’ olmaktan uzaklaşacağız maalesef…
‘Ubuntu’ları duyunca bu yüzden şaşırıyoruz.
Oysa mesele şu kadar basit: Eğer bir ağaçta elma varsa neden herkes yemesin? Neden sadece biri ya da birkaçı yerken diğerleri bakakalsın?
* * *
UBUNTU kabilesinin öyküsü şöyle:
Afrika’da çalışan bir antropolog bir kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir, ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülü o meyveleri yemek olacaktır.
Onlara, ‘Haydi, şimdi başla! Birinci olan alacak!’ der. O an bütün çocuklar el ele tutuşur, koşarlar ağacın altına beraber varırlar ve hep beraber meyveleri yemeye başlarlar.
Antropolog neden böyle yaptıklarını sorduğunda şu cevabı verirler:
“Biz ‘ubuntu’ yaptık. Yarışsa idik, yarışı kazanan bir kişi olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül meyveyi yiyebilir? Oysa biz ubuntu yaparak hepimiz yedik.”
Ubuntu’nun anlamını açıklarlar onların dilinde:
UBUNTU: “BEN, BİZ OLDUĞUMUZ ZAMAN ‘BEN’İM”