Feminist Atölye (FEMA)
KKTC Çalışma Bakanı Ersan Saner ile TC Çalışma Bakanı Mehmet Müezzinoğlu arasında 23 Şubat 2017 tarihinde Ankara'da imzalanan "İşgücü Anlaşması" apar topar bir şekilde geçtiğimiz günlerde KKTC Meclis'inden oy çokluğu ile geçti. Muhalefet partilerinin tüm itirazlarına rağmen "bağımsız" milletvekilleri ve hükümet partilerinin vekillerinin oyları ile geçen bu anlaşma, yerli işgücü potansiyelimizi tehdit eden ve emek piyasasındaki asimilasyonu artıracak bir içeriğe sahip.
Hukuksuz uygulamaları ile nam salan UBP-DP Azınlık hükümeti, yaptığı bu anlaşma ile KKTC'nin kurumlarını bypass edip, işverenlere doğrudan Türkiye Cumhuriyeti'ndeki İŞKUR veya özel acentelerle bağlantı kurarak işçi getirmek hakkı veriyor. Sermaye çevrelerine şirin görünmek için ülkeye ucuz işgücü getirilmesinin ve yabancı işgücü sömürüsünün artmasına kanal açan hükümetin bu uygulaması özel sektördeki kölelik koşullarını daha da derinleştirecektir.
Ülkemizde giderek büyüyen enformel sektör, kayıt dışılığı ve güvencesiz çalışma koşullarını en öncelikli problemler haline getirmiş, bu sorunların çözümlenmesi için özelde sendikalaşma ile ilgili herhangi bir adım atmayan hükümet, yangından mal kaçırır gibi ilgili anlaşmayı alelacele meclise getirmiştir. İşverenlerin Türkiye’deki, İş Kurumu’na veya özel istihdam bürolarına, doğrudan başvurarak, ülkemizdeki Çalışma Dairesini ve diğer kurumlarını devre dışı bırakmasını sağlayan bu anlaşmanın "KKTC'yi BİZ KURDUK" diye hamaset yapan kişiler tarafından yapılmış olması oldukça büyük bir çelişkidir. İki lafından biri "egemenlik" olan bu kişilerin, aynen koordinasyon ofisi anlaşmasında olduğu gibi KKTC devletinin kurumlarını yok varsayması ve yetkiyi bir başka devletin kurumlarına devretmesi trajikomiktir. İnsan tacirliği anlayışını da teşvik edecek bu anlaşma İş Akdinin süresiz olmasını öngörmekte ve ülkeye getirilecek olan işçilerin sektörler arasında piyon taşı gibi oynatılmasına neden olacak bir zemin kurmaktadır. Yerli insanların işsiz kalmasına neden olacak bu zeminin ilerleyen süreçlerde Yabancı düşmanlığını kışkırtma ihtimalini barındırdığı da görülmesi gereken bir gerçektir. Yabancı ve yerli bütün emekçilerin iş sağlığı ve güvenliği, ücretleri, özlük hakları, çalışma koşulları ve saatleri problemlerini çözmek yerine yeni bir teslimiyetçi anlaşmaya imza atan UBP-DP Azınlık hükümetini kınıyoruz.
Homofobi, Biofiobi ve Transfobi'ye Karşı Yürüdük!
Cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimlere yönelik fiziksel, psikolojik ve ekonomik şiddete karşı eylem günü olan 17 Mayıs Homofobi, Bifobi ve Transfobi Karşıtlığı Günü’nü nedeniyle Lefkoşa'da düzenlenen yürüyüşe katıldık. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da "Toplum buna hazır değil" bahanesinin öne sürülmesine karşı "Hazırık!" sloganıyla düzenlenen yürüyüş, ülkemizdeki heteronormatif ataerkil düzene karşı hep birlikte ses çıkarmamız açısından oldukça önemliydi. Bilindiği üzere 17 Mayıs 1990 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü'nün eşcinselliği ruh hastalıkları listesinden çıkarması dolyaısı ile 17 Mayıs günü tüm dünyada Onur Yürüyüşlerine sahne oluyor. Ülkemizde de lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve intersekslerin (LGBTİ+) hak ve özgürlüklerine dikkat çekmek, birlikte çalışmanın ve mücadele etmenin önemini vurgulamak adına yürütülen mücadelenin görünürlük kazanması açısından son üç yıldır sokakta kutlanan 17 Mayıs, ülkemizde heteronormatif ataerkil düzenin yeniden üretiminde rol oynayan şiddete dair ses çıkarmak açısından oldukça önemli.
17 Mayıs Organizasyon Komitesi bileşeni örgütlerin ve aktivistlerin talepleri: (Bildiriden alınmıştır)
1) "Cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim çeşitliliğine ve LGBTİ+ haklarına yönelik yargının eşitlik ve adalet temelinde çalışması, yaptırımların takip edilmesi,
2)Homofobik ve ayrımcı davranışlara caydırıcı cezalar getirilmesi,
3) Yasaların ancak toplumsal bir dönüşümle karşılık bulacağını hatırlatarak, aile ve eğitim politikalarında da yenilikçi ve çeşitliliği kabul eden kültürel ve sosyal bir reformlar yapılması.
Mor Kitaplık
Bukalemun Erkek- Ayşe Saraçgil, İletişim Yayınları
Ataerkillik, gerek bilimsel dilde gerekse günlük dilde ‘uluorta’ kullanıldığı için anlam kaybına uğramış bir kavram. Kimi zaman fazla geniş kullanılıyor, kimi zaman fazla dar. Kimi zaman “maçoluk” eşliğinde küçümseyici, aşağılayıcı bir ifade olarak kullanılıyor, kimi zaman da ‘teknik’ bir terim olarak uzmanlık jargonuna sıkışıyor. Bu eserde Ayşe Saraçgil, ataerkillik kavramına açıklık ve genişlik kazandırıyor. Ataerkilliği, aile yapısı modeli olmanın ötesinde; toplumların dünyayı algılama biçimlerini, toplumsal deneyimin birikimini ve iktidar mekanizmalarını belirleyen yapıların bütününü ifade eden kilit bir kavram olarak ele alıyor. Bu çözümlemeyi, Osmanlı İmparatorluğu’ndan modern Türkiye’ye uzanan modernleşme sürecine bakarak yapıyor yazar. “Resmen” ve yukarıdan aşağıya bir yöntemle başlatılan kurumsal modernleşme sürecinin ataerkil yapılarla girdiği etkileşim, bu süreci kavramanın temel önemde bir boyutu. Zira geleneksel ile modernin, birey ile cemaatin, çocuğa ve kadına ayrılmış ‘iç’ ile toplumsal hayatın cereyan ettiği ‘dış’ arasındaki zaman zaman çatışmaya yol açan gerilimin odağında, ataerkil yapılarla modernizm arasındaki ‘pazarlıklı’ ilişki var. Ayşe Saraçgil, tüm bu yapıların, çatışmaların, değişimlerin ve değişmeyenlerin edebiyattaki yansımalarını, yüz elli yıllık değişim sürecinin sınır ve sonuçlarını inceliyor.