“Emine ve Maro’nun öyküsü...”

Sevgül Uludağ

KIBRIS’TAN HATIRALAR...

Değerli arkadaşımız Afanyalı Kiriakos Cambazis, “Emine ve Maro’nun öyküsü”nü kaleme aldı... Biz de onun yazdığı bu öyküyü İngilizce’den Türkçe’ye çevirdik okurlarımız için...

Kiriakos Cambazis şöyle yazıyor:

“Ali ve Emine’nin ailesi... Ben Ali’yi hiç hatırlamıyorum... Yalnızca Emine’yi ve oğlu Hüseyin’i hatırlıyorum... Onun bir oğlunun daha olduğunu, Türkiye’de öğrenim gördüğünü öğrendim sonradan... Genç yaşta vefat etmiş, onu tanımıyordum ve ayrıca savaş da bizi ayırmıştı...

Ancak onun büyük oğlu, bir öğrenci olarak sol harekete katılmaktaydı... Kavazoğlu da onu tanıyordu... Ve hatta Kavazoğlu öldürülmeden kısa süre önce köyümüz Afanya’ya gelerek, Emine’nin oğluyla buluşmuştu...

Ancak bunu daha sonra kaleme alacağım. Bugün sadece Emine’ye ilişkin Maro Kubari’nin hatıralarını paylaşmak istiyorum...

Maro o günlerde henüz 10 yaşında küçük bir kız çocuğuydu... Maro’nun hatıralarından, Emine2nin karakterine ilişkin ipuçlarını görebiliriz.

Maro Kubari’nin hatıraları şöyle:

***  Her gün babamla köyümüzün dışına, Mora yakınındaki domuz çiftliğimize gidiyordum... O civarda Ali’nin Hanımı Emine’yle ve oğlu Hüseyin’le karşılaşıyorduk... Onların da büyük bir sürüsü vardı ve koyunlarını yakında suvarmaya getiriyorlardı...

***  Emine’nin kollarında yeni doğmuş bir kuzucuğu taşıdığını hatırlıyorum ve diğer koyunlarla birlikte yürüdüğünü... Koyunlarını ve keçilerini suvarmaya getirdiğini... Afanya’nın ovalarında otlanıyordu bütün koyunlar...

***  Ben Emine’ye sesleniyorum ve o da sevecenlikle bana sarılıp beni okşuyor ve bana kucağındaki yeni doğmuş kuzucuğu sevmem için uzatıyor...

***  “Al bu kuzucuğu, kollarında tut, büyüdüğü zaman senin olacak... Senin Paska tavşancığın olacak bu kuzucuk” diyor bana... Ben de ona, “Hayır, onunla sadece oynayacağım” diyorum... Kuzucuğu alıp okşuyorum ve Emine’ye teşekkür ediyorum. Kuzucuğa bir isim bile buluyorum, Lili adını veriyorum kuzucuğa...

***  Koşup domuz ahırımızdan bir domuz seçiyorum, onu Emine’ye getiriyorum:

“Bu domuzcuk da senin olsun!” diyorum Emine’ye...

***  Emine, “Onu istemiyorum” diyor gergin bir bakışla bana... “Biz domuz yemeyiz...”

***  Babama koşuyorum ve Emine’ye sunduğum domuzcuğu kabul etmediğini söylüyorum ona... Babam da durup bana Emine’nin neden domuz yemedğini izah etmesi gerekiyor... Dini açıklamalarda bulunuyor ve yiyeceklerimiz arasındaki farkları açıklıyor...

***  Ben Emine’yle ve yeni doğan kuzucuklarıyla oynamaya devam ediyorum, o da benim oyuncaklarımla, sanki de ben torunuymuşum ve o da benim nenemmiş gibi oynuyor... Omuzunda kovasını taşıyor, kovasında su oluyor, bazan da yiyecekleri...

***  “Küçük masanı getir ki masayı kuralım, üstüne hellim ve zeytin koyalım... Ektiğimiz domadezlerden toplayıp keselim” diyor... “Hade canım, masayı kuralım, Kumbari ve Hüseyin’e de çağıralım ki onlar da yemek yesinler...” diyor...

***  Hüseyin ve Kumbaris için iki küçük kadeh koyuyor, onlar bunları konyakla doldurup şerefe diyorlar... Kendi hayatlarından, kendi işlerinden konuşuyorlar... O gece için planlar yapıyorlar... “Bu gece Hristos’a mı gidelim yoksa Vadili’deki tavernaya mı gidelim?” diyorlar...

***  Bunlar benim çocukluk hatıralarım, babamı her zaman Hüseyin’le birlikte görürdüm, iş yaparlardı, yemeye içmeye giderlerdi... Geceleri boş zamanlarında gene hep birlikteydiler... Emine, yapmakta olduğu hellimden bir parça keserdi benim için... Ve şimdi artık yalnızca üzüm değil karpuz ekmemiz gerektiğini de söylerdi... Benim güzel çocukluk hatıralarım, benim sevgili Eminem, mandralarımız... Hiç unutamadığım hatıralarım bunlar...

***  10 yaşındaki bir kız çocuğu, asla Emine’nin ona gösterdiği o sıcak ilgiyi unutmuyor... Okul açılmıştı ve bir etkinlik olacaktı okulda, öğretmenimiz piyango satacağımızı, bunu okulumuzda çocukları olmayan aileler için yapacağımızı söylemişti. Benim ilk düşüncem ve ilk seçimim Emine ve onun kızkardeşi Ayşe olmuştu, onlar benim sevdiğim insanlardı ve bizim okulda onların çocuğu yoktu...

*** Emine’nin evinden geçerken, ertesi günü için cebinde bana ne getirmesini istediğimi de söylüyorum... Ertesi günü babamı aramaya gittiğimde sevinçliyim çünkü Emine benim için börek yapmış... Unutulmaz tadlar bunlar...

***  Emine’yi bizim evde, dikiş makinasında annem ona giysiler dikerken de hatırlıyorum... Bir keresinde ona birşeyler yemesi için ısrar ediyordum, o ise “Hayır şimdi Ramazan’dır” diyor ve yemiyordu... O zaman dini farklılıklarımızı anlıyordum...

***  Bunlar benim sevgili Eminemle gündelik hatıralarım... Onu sanki nenemmiş gibi düşünüyordum... İçtenlikle seviyordu beni... O zamanlar henüz torunu yoktu...

***  Benim sevgili köylülerim: Emine, Ali, Hüseyin, Ayşe... Kubaris... Ne yazık ki Ali ve Emine’nin birer fotoğrafı bile yok bende...


BASINDAN GÜNCEL...

“Varlık Vergisi’nin amacı gayrimüslim azınlığı Müslümanlaştırmaktı...”

Mehmet Şahin

 

Siyaset bilimci, yazar Herkül Millas, Kronos Youtube kanalına 12 Kasım 1942 tarihinde uygulanan Varlık Vergisi’ni değerlendirdi. Mehmet Şahin’in, Herkül Millas’la yaptığı söyleşinin bazı bölümleri şöyle oldu:

***  Varlık Vergisi nasıl bir kanundu sizce?

Kitabına uydurulmuş bir kanun diyelim. Aslında çok masum görünen bir kanun. O zaman 2. Dünya Savaşı süresi, savaşın en kızgın olduğu günler. Türkiye savaşa girmedi ama seferberlik ilan edilmişti. Mali sıkıntıları vardı Türkiye’nin. Ve kanun diyordu ki, işte bir Varlık Vergisi. Herkesin varlığına göre bir katkısı olacak, bir şeyler ödeyecek. Çok normal. Başka ülkelerde de olabilecek bir şey. O bakımdan kanunun kendisi normal. Uygulaması feci ve acı ve kötü. 

Zaten en baştan kanunun içindeki bazı maddeler bu işin kötü gideceğini gösteriyordu. Orada diyordu ki, “Vergi 15 gün içinde ödenecek.” Hiçbir zaman böyle milyonlara varan bir vergi 15 gün içinde ödenmez. Taksitlerle ödenir. Hiç kimsenin kasasında bu kadar para olmaz. Veyahut da diyordu ki: “itiraz olmaz”. O bakımdan yasa baştan gösteriyordu, iyiye gitmeyeceği belliydi. Uzatmayayım, kısacası bu yasayı kullanarak Müslüman olmayanlara, gayrimüslimlere yöneltilen bir yağmaydı, müsaadeliydi. Adamlar, o insanlardan ödeyemeyecekleri paraları istediler ve yalnız onlardan istediler. Göstermelik olarak Müslümanlar da bir şeyler ödedi ama mesela patron 5 öderken, patronun yanında çalışan, ne bileyim birinin 10 mislini ödemesi gerekiyordu. İstendi, ödeyenler ödedi, ödeyemeyenler Aşkale’ye götürüldü.

O korkunç bir olay. Çünkü erkekleri toplayıp kampa götürdüler. Şimdi savaş içinde kampa gitmek demek, o Hitler’in zamanı, Yahudiler kampa gidiyor, azınlıkların aklına ilk gelen şey, “biz bu insanları bir daha görmeyeceğiz”, yani “erkeklerimizi bir daha görmeyeceğiz” havası. Zaten oraya gidilen insanlara da oradaki ilgililer “Siz İstanbul’u unutun. Bir daha görmeyeceksiniz” demişler zaten. Böyle kötü bir uygulama. Bu konuda “Varlık Vergisi Faciası” kitabı çok önemli. Faik Ökte’nin 1948’de yazmış olduğu bir kitap.

Çok ilginçtir, bu Türkiye’de yok. Neden bir baskısı yapılmıyor diye merak ediyorum. Çünkü ben bir göz attım şimdi, eskiden okumuştum, bir daha baktım. İnanılmaz derecede, tırnak içinde “Çağdaş”. Bugün yaşadığımız problemleri teker teker söylüyor. “Yanlış bir vatandaşlık, kötü bir devlet, acımasız bir yönetim. Büyük hatalar yaptık” filan diye böyle açık, bugün de yaşanan olayları sayıp döküyor. Size bir cümle okuyayım. Çünkü bence çok ilginç. Şöyle diyor, önsözden bu: “Bu devlet adamları yapılan mezalimi kör ve sağır bir kalple seyrettiklerinden dolayı lanetle anıldıkları bir durum”. “Ve tarih önünde de en aşağı mevkilere kadar düşmüşlerdir” diyor.

Bu kadar sert eleştiri var bu olaylarla ilgili. Bir şey daha okuyayım, çünkü bunu, bunları duymak nadir şeyler, hiç duyulmuyor. Diyor ki kitabın sonuna doğru: “Ben kendi hesabıma bu mevzuda devletin vakar ve haysiyetine vurulan bu darbe dolayısıyla başta Başbakan olmak üzere, hepimizin toptan Yüce Divana sevk edilmeyişimize hâlâ hayret ederim.” Bu nadir özeleştirilerden bir tanesi özetliyor bütün meseleyi. Çok kötü bir şey yapılmış ve cezasız kalan bir olay ayrıca. Şimdi buna ekleyeceğim bir şey daha var, açıkça söylüyor kitapta. Bu ırkçı bir uygulama, Faik Ökte de söylüyor. Irkçı bir uygulama. Çünkü insanları vatandaşlık temeli üzerinde değil; eşit vatandaş, hukuk açısından hakları olan insanlar olarak değil, dinlerine göre, soylarına göre kategoriye sokuyorlar. Müslümanlar 1. kategori. En aşağıda gayrimüslimler, arada da dönmeler. Onların da dönme olduklarını tespit etmişler, onlara da, ona göre vergi veriyorsun. Yani 1. kategori az, en çoğu gayrimüslimler, öbürleri de ortada bir yerde. Şimdi bu tam Hitler usulü, ırkçı anlayış. Adamların soyuna bakıyor, geçmişine bakıyor. Geçmişinde Yahudilik varsa 10 kuşak sonraki insana da Yahudi muamelesi yapıyor. Yani bundan daha ırkçı bir uygulama örneği herhalde zor buluruz.

***  ‘Varlık Vergisi Kanunu belki kağıt üzerinde, savaş yıllarının zorlu ekonomik koşulları nedeniyle çıkarıldı ama uygulamaya baktığınızda başka şey’ diyorsunuz..

Tabii canım! Bu ulus oluşturma ideolojisinin sapık yanı. Bir cumhuriyet, bir devlet kurulacak. Bu devlette bir Türklük sağlanacak ama bu Türklük ırkçı bir anlayışla ele alınıyor. Müslüman olacak, işte Türkçe konuşacak herhalde, veyahut da Müslüman, çünkü Türkçe de şart değil, o zaman Kürtlerle uğraşılmıyor. Herhalde “bunlar asimile edilebilir ama öbürleri asimile edilemez” anlayışıyla Müslüman olmayanlara yapılan bir uygulama. Burada amaç Türkleştirme. Çok enteresan bir kelimedir bu Türkleştirme. Türkleştirme fena bir şey değil. Yani Türk vatandaşı olacaksa, o anlamda söylüyorsa tamam ama öyle kullanmıyor ki! Türkleşmeyi Müslümanlaşma olarak kullanıyor.

Müslüman olmayanları zaten Türk saymıyor. Türkleşebilecek insanlar olarak görüyor veya Türkleşemeyeceklerini karar verdiklerini de yok ediyor. Bu devletin kuruluş felsefesinde var olan bir şey. Müslüman olmayanlar yabancı, hatta düşman olarak algılanıyor ve bunu Varlık Vergisi yoluyla uygulamaya çalışıyor. Yani vatan millet uğruna, işte ne bileyim, böyle bir ideal, milliyetçi bir ideal uğruna, “E biraz da fire vereceğiz, bazı insanlar bedel ödeyecek, bazı insanlar acı çekecek ama vatan millet sağ olsun!” Bu yanlış, çağdaş olmayan, çok geri, ırkçı bir devlet anlayışı.

***  Bir kanunun Türkleştirme kavramı ile birlikte anılması son derece ilginç. 1942 yılında çıkan bu vergiyi 2 yaşında karşıladınız. Siz Millas ailesi olarak nasıl etkilendiniz Varlık Vergisi’nden?

Varlık vergisini ben tabii yaşamadım ama hemen sonrasında evdeki atmosferi yaşadım. Çevredeki atmosferi yaşadım. Bizim cemaat, Rum cemaati içindeki havayı yaşadım. Onlar için korkunç bir dönemdi. 6-7 Eylül olaylarına hiç benzemeyen, çok daha kötü. Fevkalade daha kötü bir olay. Çünkü 6-7 olayları için Türkiye’de sık sık hatırlatılır. 1 gecelik bir olay. Oysa Varlık Vergisi aylarca sürdü ve aylarca insanlar, işte ne bileyim, servetleri bir yana hayatları da tehlikeye girdi ve insanlar çok korktu. O bakımdan Varlık Vergisi bizim için korkunçtu. Devlete güvenimiz sıfırlandı. Nasıl sıfırlanmasın ki? Biz düşman ilan edildik. Yok edilmek istendik. O bakımdan yabancılaşma duygusu, devlete karşı. Ve tabii İsmet İnönü korkusu. Rumlar arasında İsmet İnönü şey gibi.. Adı böyle şeydi, insanları ürküten bir kelimeydi. Çok korkmuşlardı. O bakımdan da Demokrat Parti gelince de azınlıklar tabii ki Demokrat Parti’yi tercih ettiler.

***  İsmet İnönü Cumhurbaşkanı, Şükrü Saraçoğlu başbakan ve sermayenin Türklerin eline verilmesinden bahsediyor. Siz siyaset bilimcisiniz. Hukuki olarak Varlık Vergisi Kanunu için ne demek gerekir? Nasıl bir hukuki zemini var Varlık Vergisi Kanunu’nun?

Çok ilginç bir kitap bu. Ayhan Aktar’ın “Varlık Vergisi” kitabı. Çok değerli bir çalışma. O şeyi gösteriyor: azınlıklardan alınan mallar, arsalar, evler bunlar kime gitmiş? Belli güçlü, forsu olan Türklere geçiyor ve buna işte Türkleştirme diyorlar. Ne bileyim öyle bir kelime. Bu meselenin arkasında “müsadere” dediğimiz servete el atma vardı. İngilizcede bir laf vardır: “Follow The Money”, parayı izle. Paranın nereye gittiğine bakarsak amacı da az buçuk anlıyoruz. İnsanların parasını ele geçirmek. Nokta, o kadar basit.

Zaten bunu tarih içinde çok gördük. Bazı ihtilaller bu nedenle oldu. Mesela Yunan İhtilali. 1821 Yunan İhtilali’ne bakıyoruz Mora’daki. İhtilal bitiyor yani savaş bitiyor. Sonuç olarak gördüğümüz Müslümanların malları Hristiyanlara geçmiş. Ermeniler tehcir gidiyor. Sonuç ne oluyor? Ermeni malları Müslümanlara geçmiş. Varlık Vergisi de böyle. Türkiye’de hukuk çok konuşuluyor. Belki ben azınlıktan olduğum için bu hukuk lafına hiç önem vermiyorum ve güvenmiyorum. Hukuk bir metindir. Bu metnin yorumu, bu metnin nasıl uygulanacağı bambaşka bir şeydir. Anayasa değişecekmiş, ben hiç buna çok büyük bir önem vermiyorum. Çünkü anayasa değişebilir ve hiçbir şey değişmeyebilir.

Veyahut da farklı söyleyeyim, anayasanın bir maddesi var, 10. madde galiba. “Din farkı, dil farkı, soy farkından bağımsız olarak herkes eşittir” diyor. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti anayasasında devletin kuruluşundan beri böyle bir madde var ve hiçbir zaman uygulanmadı. Eşitlik yok! Ne din, ne dil. Yazılı metnin benim için hiçbir değeri yoktur. Toplumun kültürü, insanların değerleri önemli.

Sanıyoruz ki anayasa değişecek, bir madde koyacağız. Hiçbir şey değişmez. Maddeyi değiştirerek zaten bugünkü o maddeyi uygulasan pek çok sorun hallolur. Hukuk devleti diyoruz, diyoruz da ne olmuş yani? Hiçbir şey olmuyor. Demekle olmuyor. Türkiye’deki bu kitaba, maddeye bu kadar değer verilmesini anlamakta zorluk çekiyorum. Gördük çünkü. Pratik gösteriyor, hiçbir şeye yaramıyor. Bütün mesele zihniyetin değişmesi, ideolojinin değişmesi, değerlerin değişmesi evet ama maddenin değişmesi hiçbir şey fark etmez. Şimdi yeni bir anayasa çok güzel yazılabilir. Zaten anayasa fena değil. “Hukuk devleti diyor ve herkes eşittir” diyor. Yeter! Bu iki madde ile gayet güzel yaşarız. Farklı bir ayrıntıya girmeye gerek yok…

 (ARTI GERÇEK – Mehmet Şahin – 24.11.2021)