Dimitris Hacıdimitriu
Emine, şöyle anlatıyor:
“Kıbrıslırumlar ve Kıbrıslıtürkler, Kıbrıs’ta neler olduğunu anlatırken, Kıbrıslırumlar Kıbrıs sorunu boyunca kendi toplumları için en travmatik olayın Türk ordusunun Temmuz 1974’te adaya çıkarma yapmasını seçerek bunu anlatırlar. 1974 savaşı Kıbrıslırumlar’ı çok yaygın biçimde travmatize etmiştir. Ancak Kıbrıslıtürkler için en travmatik olay ise, uzun yıllar devam eden uzun bir kaygı dönemiydi… Kıbrıslıtürkler çok uzun süre boyunca bu kaygı içerisinde yaşamışlar ve Türkiye’nin bir gün kendilerini kurtaracağını umut etmeye devam etmişlerdi…
Emine olarak benim kişisel travmam 1956 yılında başladıydı, henüz küçük bir kızdım ve Rum arkadaşlarımın yan yana, birlikte yaşadığımız Lurucina köyünü boşlatmalarını görerek yaşamıştım bu travmayı… Şimdi geriye dönüp baktığımda, tüm çocukluğumun hem Türk, hem Rum arkadaşlarımın sesleriyle bağlantılı olduğunu görebiliyorum. Arkadaşlarım Fasulla, Nigoli, Melek, Mehmet’le oynarken çocukluğumu hatırlıyorum… Fasulla ve Nigoli, en iyi arkadaşlarım idi. Fasulla benimle aynı yaşta idi ve Rum komşumuzun kızıydı, evimizin tam karşısında idi evleri ve köyümüz de Lurucina idi. Nigoli de bir başka komşumuzun oğlu idi. Annesi ve babası öldükten sonra evimizin yakınında evi bulunan nenesiyle yaşamaktaydı. Onları çok seviyordum ve onlarsız bir hayatı düşünemiyordum. Şimdi burada oturup da onları bu kadar net görüyor olmam çok tuhaf… Bu arkadaşlarımı unutmuştum, ta ki bir gün çocukluğuma geri dönüp bakmak isteyinceye kadar… Bu kadar çok şey hatırlayabileceğimi bilmiyordum.
Zamanımızın çoğunu birbirimizin evinde geçiriyorduk. Annelerimiz verandalarında oturup muluhiya ayıklıyorlar ve bir gözleri de bizde oluyordu. Yasemin toplayıp annelerimize veriyorduk, onlar da bu yaseminleri ya kulaklarının arkasına iliştiriyorlar ya da kolye gibi dizip bağızlarına asıyorlardı…
Nigoli her zaman bana bahçelerinden mandarin, portokal ve üzüm toplamama izin veriyordu, bazen da nenesinin aşevinden pastelli ve sucuk kapıp bana getiriyordu. Nigoli’nin bir de eşeciği vardı ki ikindi vakti hava serinlediğinde, bana eşeğe binmeyi öğretmeye çalışıyordu çünkü ben, bizim eşekten çok korkuyordum…
Ailem şu veya bu gerekçeyle ne zaman bana kızacak olsa, derhal Fasulla’nın evine gidiyordum ve o beni teselli ediyordu. Annemler öğle uykusunda olduğunda pek çok kereler Fasulla’nın evine gidiyordum ve bizi güneşten ve ikindi sıcağından koruyan asmanın altında oynuyorduk. Kendi lisanımızda yani Türkçe ve Rumca’yı karıştırarak şarkı söyleyip dans ediyorduk. Eğer annem bana çağıracak olursa “Sen dudo gatse boci ce ben geldim” diyordum.
Ben Hristiyan olmasam da, Pazar sabahları genellikle Nigoli ve Fasulla’yla birlikte kiliseye gidiyordum. Ama en iyi kilise zamanı Rumlar’ın Yortu zamanıydı. En iyi entarimi giyiyor ve tepedeki Limbya köyü yakınındaki kiliseye tırmanıyordum. Papazın elini öptüğümde bana renkli yumurtalar veriyordu ki bu yumurtalara bayılıyordum. Avuçlar dolusu gollifayı alıp ceplerime dolduruyordum, sonra yemek üzere… Kiliseden çıkar çıkmaz da yere tükürerek “destur bismillahirrahmanirrahim” diyordum ki Allah beni affetsin…
Fasulla’nın annesi Maria’nın artık Fasulla’yla oynayamayacağımı, tehlikeli bir döneme girdiğimizi söylediği günü hiç unutmayacağım… İsyankar biçimde ona bunun benimle hiç ilgisi olmadığını söyleyip derhal Fasulla’yı görmeyi talep etmiştim. Bunu kabul etmeyince hemen Nigoli’yi bulmaya gitmiştim ama onun da nenesiyle birlikte köyden ayrılarak Limbya’ya gittiğini öğrenmiştim çünkü Türkler’le birlikte yaşamaktan korkuyorlarmış… Bizi ve Rum komşularımızı çevreleyen daha büyük bir şey olduğunu hissetmem tuhaftı… Uzun süre komşularımızın bu kaygılı hallerini görmekten sıkılıyor ve kendimi rahatsız hissediyordum…
Dedemin ölümünden kısa süre sonra bir gece mutfaktaki yatağına uzanmış, uyuyor taklidi yapıyordum ancak uyumuyordum, annemle babamın verandadaki konuşmalarına kulak kabartıyordum. Tuhaf bir şey vardı, tam çözemiyordum ne olduğunu, bu yüzden yatağımdan çıkarak neler olup bittiğine bakmaya gitmiştim. Etraf çok sessizdi ve konuşmanın her sözcüğünü çok net duyabiliyordum… Bazı Türkler’in, Kıbrıslıtürkler’i kışkırtmak için ada çağında bazı sabotajlar yaptıkları ve bunları Kıbrıslırumlar’ın üstüne attıklarından söz ediyorlardı. İşte o zaman Kıbrıslıtürkler isyan edip Kıbrıslırumlar’a ait evlere ve tarlalara saldırmışlardı, o zaman da Kıbrıslırumlar onlara saldırmıştı. Hem Kıbrıslırumlar, hem Kıbrıslıtürkler ölmüşlerdi bunların sonucunda… Tüm bunları düşünmek benim eski arkadaşlarımla farklı olduğumuz için dostluk kurmamı engelleyen bazı süper güçlerin olduğunu anlamama neden olmuştu… Genç bir çocuk olarak fazlaca bir siyasi görüşüm yoktu. Ancak annem ve babamla da, Fasulla’nın annesiyle de, bizim bu çatışmalarla alakamız olmadığı, kimsenin onlara zarar vermesine izin vermeyeceğimi anlatıyor ve onlarla tartışıyordum. Her iki taraftan da bazı açgözlü insanların çok iyi geçinmekte olan bizlerin beynini yıkayarak çatıştıracaklarını ve kendi ceplerini dolduracaklarını nereden bilebilirdim ki… Kısa süre sonra Fasulla’nın ailesi de gelip bizlerle vedalaştılar ve Limbya’ya gideceklerini söylediler, Nigoli ve nenesi de orada kalıyordu.
1958 yılına geldiğimizde artık Lefkoşa’da yaşıyorduk, İngiliz askerleri haki üniformaları içinde bu şehri dolduruyordu. Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar arasında çatışmalar olduğu yönünde haberler alıyorduk. Komşumuzun kocası EOKA tarafından öldürülmüştü. Daha da kötüsü, EOKA, babamı hedef almıştı çünkü babam İngiliz hükümeti için çalışmakta olan bir polis müfettişi idi. Bu dönemden belleğimde bazı şeyler yer etmiş durumdadır. Belli bir günle ilgili o kadar net bir hatıram var ki… Babam eve gelmişti, yüzü bembeyazdı… İngiliz helikopterleri EOKA’ya karşı bildiriler dağıtmaktaydı… Bu broşürlerden aldım ve gidip bahçe kapısını açtım, çabucak babamın içeri girmesini bekliyordum… Küçük Kaymaklı’daki evimizin bahçe kapısına burnumu dayamıştım. Genç ve kaygılı bir İngiliz askeri silahının ucuyla burnumu dürtüyordu, beni korkutup eve girmemi sağlamaya çalışıyordu… Bahçenin gerisine doğru yürümeye başladığımda, babam arabasıyla gelip bahçeye girdi, ben de koşup bahçe kapılarını kapattım. Babam korkudan titriyordu ve yüzü bembeyaz olmuştu… Sesi titriyordu, EOKA’nın kendisini öldürmek üzere nasıl bir tuzak kurmuş olduğunu anlatıyordu…
Benim kendi kişisel travmam, Larnaka’daki Kıbrıslıtürk enklavında korkunç koşullarda yaşamaya zorlandığımızda devam etti… 1964 yılı başlarında bu enklav Kıbrıslıtürk mücahitler tarafından korunmaktaydı, çevrelerinde ise Kıbrıslırum askerleri vardı… Bu enklav kalabalıktı çünkü civar köylerden buraya sığınanlar olmuştu. 1964-1968 yılları arasında pratikte bu enklavda esir gibi yaşıyorduk. Bir keresinde Kıbrıslırumlar, yaşadığımız eve ateş açmışlar ve sol bacağımdan vurulmuştum. Hala yürüdüğüm zaman acısını hissediyorum… Bacağımdaki kanamayı durdurarak bacağımı kurtaran bir Birleşmiş Milletler doktoru olmuştu… Bu deneyim bana, biz Kıbrıslıtürkler’in Birleşmiş Milletler Barış Gücü ve Türk hükümetinin siyasi ve askeri müdahalesi olmasaydı, yitip gideceğimizi düşündürmüştü.
Larnaka’daki Makenzi enklavı için bazı gıda yardımları Türkiye’den gemiyle getiriliyordu… Fasulya, pirinç ve mercimek gibi kuru gıda yemekten anamız ağlamıştı… Taze sebze meyva ender bulunuyordu. Kıbrıs’tan ayrılmaya karar verdim, en erken zamanda ayrılacaktım Kıbrıs’tan ve kendi kendime aşık olmamak üzere söz verdim çünkü ülkeden ayrılmamı engelleyecek herhangi bir şey istemiyordum…
1968’den sonra enklavlardan çıkmamıza izin vermeye başlamışlardı, Rum tarafından geçerek başka enklavları ziyaret edebiliyorduk. 1968’in Kasım ayında artık Kıbrıs’tan sonsuza dek ayrılmayı başardım ve hiçbir zaman geri dönmeyi de düşünmedim…
Ancak 2001 yılında Kıbrıs’a gittim ve insanların artık başka bir kimliğe büründüğünü gördüm… 2016’da bunları anlatırken, bu akımın özellikle çok güçlü olduğunu söyleyebilirim… Kıbrıslıtürkler, Türkiyeli insanlarla kendilerini kardeş gibi görüyorlar, böylesi Kıbrıslıtürkler var… Kendilerini 1974 sonrası Kıbrıs’a yerleşen Türkiyelilerden üstün görenler var… Türk olmaktan çok, kendini Kıbrıslı hisseden Kıbrıslıtürkler var… Türk askerine müteşekkir olmaya devam edenler var, aynı şekilde Türk askeri gücünü yasadışı bir güç olarak görenler var… Erdoğan hükümetinin politikaları sonucu yakında “laik” ve “dini” grupları da göreceğiz sanırım… Üniversitelerde Kıbrıslıtürk öğrenciler kendilerini Türkiye’den gelen öğrencilerden ayrı tutuyor ve bazen bu durum gerginliklere neden oluyor…”
SON SÖZLER…
Dimitris Hacıdimitriu, “son sözler” başlığı altında, Emine’nin anlattıklarıyla ilgili şöyle yazıyor:
“Emine Ali’yi (bu onun gerçek ismi değildir – gerçek ismi başkadır) çok uzun süreden beridir tanımaktayım, o benim en eski ve en yakın arkadaşlarımdan birisidir. Dört sene önce, gidip onunla bir röportaj yaptım çünkü Frances Willson ve Simon Fisher’le birlikte bir senaryo yazmaktayım. Bu senaryonun adı “Güneşin altındaki gölgeler” başlığını taşıyor, kayıp bir asker ve ailesinin öyküsünü anlatıyor ve altı bölümlük bir mini televizyon dizisi için kaleme almaktayız bunu…
Emine’nin öyküsü önemlidir çünkü 1950’li yılların sonları ve 1960’lı yılların başlarını genç bir kadın olarak yaşadı, onun anlattıkları çoğu kitapta ancak genel terimleriyle bulabileceğimiz konuları canlı biçimde görebiliyoruz. Kıbrıs tarihinin bu dönemi genellikle çeşitli siyasi şahısların ve örgütlerin neler söylediği ve neler yaptığının anlatıldığı, bazı olayların tarif edildiği ve bazı istatistiklerin verildiği bir dönem olarak anlatılıyor. Ancak pek azı bu dönemde, özellikle de 1963-64 olayları ardından bir Kıbrıslıtürk ailenin nasıl bir korku, izolasyon ve kesin terör koşulları altında yaşadığından söz ediyor ve bunu yansıtıyor…
Makarios, Kıbrıs’ın bağımsızlığını oluşturan 1960 anayasasını değiştirmek üzere 13 değişiklik maddesi ortaya koyunca, bunun sonucu Kıbrıslıtürk sivillerin kuru bir gıdaya mahkum olmaları olmuştu çünkü küçük enklavlarda izole edilmiş vaziyetteydiler ve tek gıda yardımı Türkiye’den gelmekteydi…
Makarios “mümkün olan şey” politikasını ortaya oyarken, Emine gibi genç kadınlar kendi kendilerine aşık olmama sözü veriyorlardı çünkü ülkeden ayrılmak için o kadar çaresiz durumdaydılar ki aşkın bile buna engel olmamasını istiyorlardı, herhangi bir engel olmasını istemiyorlardı…
Basit biçimde söyleyecek olursak Emine çocukluğunun canlı bir tasvirini yapıyor, en iyi arkadaşlarıyla nasıl oynadıklarını anlatıyor, onların milliyetleri ya da dinleri onun için önemli değildir. Çocuklar olarak kendi dillerini geliştirmişlerdir, Türkçe ve Rumca’nın karışımıyla oluşmuştur bu dil, birbirlerinin dinlerini ve geleneklerini ve kutlamalarını paylaşıyorlar… Tek bildikleri birbirleriyle kurdukları dostluktur. Sade Kıbrıslı insanlar için bu deneyim, normal bir yaşam biçimi idi ve yüzyıllar boyunca birbirleriyle birer komşu olarak yaşamışlardır. Bu kadar çok şeyi paylaşan insanlar için başka şeyler o kadar da önemli değildir…
1940’lı yılların sonlarında dünyaya gelen Emine’nin kuşağı, herhalde bu deneyimlere sahip son kuşaktır ve onların bunları bizimle paylaşmasına müteşekkiriz… Ancak masum birer çocuk olarak Emine ve arkadaşları oynarken, yiyeceklerini ve geleneklerini paylaşırken, milliyetçiliğin kara bulutları da en ekstrim şekilde toplanıyor ve hız kazanıyordu… Milliyetçilik sonuçta o kadar büyüdü ki herkesi ve her şeyi değiştirdi…
Frances ve ben Emine’yle yeniden buluştuk ve Yeni Yıl öncesinde onu ziyaret ettik. Bana ailesinden bazı kişilerle birlikte son yaz tatilini Baf’ta geçirdiğini anlattı. Çoğu Kıbrıslırum onlara çok iyi davranmış ancak küçük bir azınlık onların Kıbrıslıtürk olduğunu öğrenince düşmanca davranmışlar… Her iki toplumdan sağcı insanlar, her iki toplumu da milliyetçi nefretin kurbanları olarak değil onları düşman ve “ötekiler” olarak görüyorlar. Bir keresinde Emine ve ailesi, bir sokak satıcısından bir karpuz satın almaya çalışmışlar ve öteki tarafa gitmeleri söylenmiş kendilerine… Emine’nin ailesi Kıbrıs trajedisinin bir kurbanı olarak görülmemiş, her iki toplumdan binlerce sade ve sivil yurttaş gibi… Ama düşman olarak görülmüş…
Kıbrıs’ta gerçek düşman öteki toplum değil, milliyetçiliktir… Irka dayalı olarak sade insanları dönüştüren ideolojidir… Her iki toplumdan insanlar dostlarını, akrabalarını kaybettiler, soğukkanlılıkla akrabaları öldürüldü, her iki toplumun da kayıpları vardır, her iki toplumdan da insanlar mallarını, evlerini kaybettiler…
Net olalım, ortak acımız bizi birleştirmelidir ve birlikte ortak ve güçlü bir sesle, her kim dinlemek isterse şunu açıkça söylemeliyiz: Bir daha asla savaş istemiyoruz, bir daha asla faşizm istemiyoruz…
(Dimitris Hacıdimitriu’nun bloğunda 11 Ocak 2020’de yayımlanan yazısından yazarın izniyle İngilizce’den Türkçe’ye çeviren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN – 29.1.2020)