Hakan Karahasan
hakan.karahasan@gmail.com
15 Kasım 1987 tarihli Le Nouvel Observateur’de yayımlanan “Dehşeti Onaylar Gibi” adlı yazısında, Martin Heidegger’in Nazizmle olan ilişkisini sorgulayan bir yazı kaleme alır Litvanya doğumlu Fransız filozof Emmanuel Levinas. Yazıda, Heidegger ve Nazizm ilişkisini sorgularken, Heidegger’in magnum opusu olan Varlık ve Zaman’ın barındırdığı ‘entelektüel güç’ ve çözümlemelerine duyduğu hayranlığı da ayrıca dile getirir.
Zamanında Heidegger’i dinleyen ve Richard A. Cohen’in Humanism of the Other kitabına yazmış olduğu “Giriş” kısmında belirttiği gibi, aslında Levinas’ın Heidegger’e yönelik yaşadığı ilk hayalkırıklığı, 1929 yılında Davos’ta Ernst Cassirer ile Martin Heidegger arasında geçen tartışmalarda ortaya çıkmıştır. 1933 yılında Heidegger’in Freiburg Üniversitesi’nde yapacağı “meşhur” konuşmaya yıllar varken, tartışmaların seyri, hayatı boyunca “öteki” olmanın ne olduğunu bizzat yaşayarak tecrübe eden Levinas’ı Heidegger’e karşı daha da mesafeli durmaya yöneltmiştir demek abartılı bir yorum olmaz. O tarihten sonra, Heidegger’in adı her geçtiğinde yaşadığı “çelişki,” bunu açıklar nitelikte: Bir yandan, felsefe tarihinin belki de en önemli yapıtları arasında gösterilebilecek bir yapıt yazarı, düşünür, filozof Martin Heidegger, diğer yanda ise Hitler’in öne sürdüğü nasyonal-sosyalizm... Bu ikisinin nasıl bir arada var olabileceğini, bir filozof ve insan olarak, bir türlü içine sindiremez Levinas. Ve bunda haksız da sayılmaz. Yazının başında, dostu Alexandre Koyré’nin Heidegger’in nasyonal-sosyalizm sempatizmanı olduğunu kendisine söylediği zaman ilk tepkisinin hayalkırıklığı ve şaşkınlık olduğunu ifade eder. Daha sonra, ilk paragrafta söylediği: “kötülüğün, Mein Kampf’ın sayfalarında haykırdığı çılgınca ve canice öfke ile, yeni bir felsefi sorgulamanın olanaklarını açan Sein und Zeit’ın ortaya koyduğu entelektüel güç ve son derece ustalıkla yaptığı çözümlemeler arasındaki mesafenın aşılmaz olduğuna inancım bu haberle gölgeleniyordu” (Levinas, s. 87).
Levinas’ın sözleri, yukarıda belirtilen “çelişki”nin duygusal bir dışavurumu aslında. Başka bir deyişle, nasıl olur da Sein und Zeit gibi bir kitabı yazabilen birisi, Hitler gibi bir caninin öfkesine kendisini bu denli kaptırabilir? Diğer şekilde söyleyecek olursak, Heidegger gibi birisi, yapmış olduğu çözümlemelerden sonra, nasyonal-sosyalizm gibi bir düşüncenin peşinden nasıl koşabilir?
Bu sorulara cevap vermek elbette kolay değil. Lakin, yakın zamanda ortaya çıkan Heidegger’in mektupları bu konuda önemli ipuçlarını barındırıyor. Niyazi Kızılyürek’in bu sayıda yazmış olduğu “Heidegger: Ahlaki ve Entelektüel Bir Felaket” adlı yazı, aslında Heidegger’in, hiç de “sanıldığı gibi,” “geçici bir heves” ya da “yolunu kaybedip yanlışlıkla” nasyonal-sosyalizme destek çıkmadığını, anti semitizmin 1930’lu yıllardan çok önceleri hayatının bir parçası olduğunu gözler önüne seriyor.
Yazının ilerleyen kısımlarında, her ne kadar Levinas’ın yazıyı yazdığı dönemde Heidegger’in nazi destekçisi olduğu “doğrudan” kanıtlanamasa da, Yahudi soykırımı konusunda savaş sonrası korumuş olduğu sessizliğin, aslında İkinci Dünya Savaşı döneminde yapılan holokostu onaylama olduğunu ifade ediyor. Lakin, herşeye rağmen, yazı boyunca sanki Heidegger’e karşı “olumlu” birşey bulmak için çabaladığı hissi uyandıran Levinas, yazının sonuna doğru bunun neden mümkün olamayacağını, biraz sert bir şekilde de olsa, vurgulamaktadır. Korku, kişisel çıkarlar, devletlerin fırsatçılıkları gibi, “insanın zayıf olması”na dayanan gerekçelerin Heidegger konusunda düşünülemeyeceğini, örnek olarak da savaş sonrası zamanda, Heidegger’in geçmiş üzerine hiçbir şekilde konuşmadığını, suskunluğunun da, aslında dehşeti onaylamak ile eşanlamlı tutulması gerektiğinin altını çizer Levinas.
Entelektüellerin işlevi, insancıl düşünce, bilim ve felsefe etik olmadan olamayacağının, kötü anlamda, belki de en önemli örneklerinden birisidir Heidegger. 20. yy. felsefesini derinden etkilemiş bir düşünür olan Heidegger, Niyazi Kızılyürek’in yazısında Jürgen Habermas’tan alıntıladığı gibi bir düşünür olarak saygı duyulabilinecek birisidir belki (sadece Varlık ve Zaman düşünüldüğünde dahi), lakin, bir insan olarak tam anlamıyla “ahlaki bir felaket”in beden bulmuş halidir denilebilir. Levinas’ın bir düşünür olarak kendisine hayranlığı, “ahlaki felaket” ile karşılaştırıldığı zaman, tartışmasız, önemli olanın ahlaki sorumluluk olduğunu belirtmekte fayda var. “Öteki’nın filozofu” olarak tanınan Levinas, aslında, bu yazıyla, ötekine karşı etik bir sorumluluk duymamanın, önemli bir düşünürü dahi nerelere sürükleyebileceğini göstermesi bakımından kısa ama önemli bir yazı.