En Çok Beni Sevin

En Çok Beni Sevin


Feray Yalçuk
ferayyalcuk@gmail.com

Tam kaç yaşımda olduğumu hatırlamıyorum; ama aşağı yukarı 6–7 yaşlarımdaydım. Bugün düşündüğümde sebebini hala bulamadığım huzursuz gecelerim olurdu bazen. İçim sıkılırdı. Anneme söylemeye çekinirdim; çünkü bu hallerimi sevmez sinirlenirdi. Babama da, çok endişeleneceği için söylemek istemezdim. Yine böyle huzursuz bir pazar akşamıydı. Saçma bir şekilde her detayı hatırlıyorum; bazen maalesef bazen de iyi ki diyerek. Neyse, içim huzursuz bir şekilde evde dolanmaya başladım. O dönemler tek çocuğum. Kızacak küçük bir kardeşim bile yok. İlk önce yatak odasında uyuklayan annemin yanına gidip ona; “Ben mi yoksa dedem mi ölse daha çok üzülürdün?” diye sordum. Annem biraz sinirlendi; ama sonra yumuşayıp böyle şeyler düşünmememi söyledi. Sonra bir de babama sormak istedim. Bu sefer de salona gidip aynı soruyu babama sordum. Babam çok şaşırdı. Neyim var diye sordu. Ben biraz ağladım. Sonra annemi çağırdı ve ikisi birden neyim olduğunu anlamaya çalıştılar. Babam, sevginin böyle ölçülemeyeceğini 6 yaşındaki bana en sade şekliyle anlatmaya çalıştı. Aslında sevginin ölçüsüyle ilgili kafam hala karışık ama böyle bir kıyaslamayla da ölçülemeyeceğini anladım.

Sonra, çok düşündüm bu konuyu. Hala da düşünüyorum. Bir de birlikte düşünelim istedim esasen. Biz neden sevgilerimizi kıyaslıyoruz? Birini severken neden onu kendi sevgimize hapsetmek istiyoruz? Neden sevmeden önce sevilmeyi önemsiyoruz?

Ölüm halini en kötü en yalnız hal olarak düşünüp aslında, beni mi kaybetsen dedemi mi diye sormak istemiştim. 6 yaşımda valizimi alıp gidemeyeceğim için, ölsem demiştim. Yalnızlığa güzelleme yapmak değil de yalnızlığı önemseyip anlamaya çalışmak gerek. “Çelişik gibi görünse de yalnız kalabilme yeteneği sevebilme yeteneğinin tek koşuludur.” (1) Yalnızlıktan korktuğumuz için ya da yalnızken kendimize yetemediğimiz için bir sevgiye sarılmak, yüzme bilmeden denize atlayıp can havliyle yanımızdakine tutunmaya benziyor. Ne denizin ne de yan yana yüzmenin tadı çıkıyor. Bu nedenle önce, yüzmeyi öğrenmek gerek. Tıpkı gerçekten sevebilmek için yalnızlıkla baş etmenin gerekliliği gibi.

Gelelim zamanını dahi hatırlayamayacak kadar uzun zamandır yarıştırdığımız sevgilerimize. Daha minicikken “Anneni mi yoksa babanı mı daha çok seviyorsun?” sorusuyla başlıyor bu kıyas aslında. Büyüyüp ilk aşklar başlayınca sevgilinin eski sevgilileri, ailesi, dostları bozuyor işimizi. Sonra sıra dostluklardaki sevgilere geliyor. Dostluğu da tekelimize almak istiyoruz. Dost da biziz, sevgili de, evlat da. Ve bir gün anne veya baba olduğumuzda da bu sefer çocuğumuzun ilk kelimesini yarıştırıyoruz ne kadar sevildiğimizi görebilmek için. Oysaki “çok sevgiyle” yapıldığı düşünülen tüm bu tavırlar düpedüz bencilliktir. Merkeze sevgimizi değil sevilmemizi koyarak yaptığımız büyük bencillik. Almadan vermek diye de bir şey var. Ne ticaret kafasıyla almadan vermeye “enayilik” deyin ne de sadece vermeyi “erdem” sayarak acı da verse seveceğim romantizmine düşün. Verin, çünkü vermek coşkuludur.

Birine ya da bir şeye duyulan sevgi, başka biri veya başka bir şey yüzünden azalmaz, bölünmez, zarar görmez. Her sevgi, bizimle duyulan kişi veya şey ile arasında geçenlerle azalır, büyür ya da yok olur. Sevginin dönüşümüne de en doğal şey olan değişim denir.

Sevgiye mor dedim. Döndüm, renklerin tonlarını hiç hesaba katmadan moru her seven beni de sevecek dedim. Bir gün birinin moru sevmekten vazgeçebileceğini ya da sadece moru değil aynı zamanda mavi ve yeşili de sevebileceğini hiç düşünmedim. Derdim sevmek değil sevilmekti çünkü.
Bu yüzden önce sevelim çünkü Graham Greene’in de dediği gibi “Eğer yeteri kadar seviyorsak, her şey yolunda demektir”. Kendi sevgimizi ve bize olan sevgiyi sadece zamanın ölçeğinde tartalım. Her şeyi yarıştırıyoruz bari sevgiyi paylaşalım.

 

Alıntı
1. Fromm, E. (1985), Sevme Sanatı. çev. Işıtan Gündüz.

Dergiler Haberleri