En son ne zaman yorgun değildin?!

Yürüyüşlerin verdiği düşünce süreçleri, bir film şeridi gibi aklın kıvrımlarına takılı kalıp, durgunlaştığında, insan yorgun bir düşün girdaplarına vura vura gerçek hayata yeniden tosluyor.

İnsan olarak “anlaşma, uzlaşma, paylaşma” sözcüklerinin atmosferinin dışında fotosentez yaptığımızı düşünerek şu koca dünyada, avuç içine sığan Iain Chambers’in “Göç, kültür, kimlik” adlı kitabının tadını, sindire sindire çıkarıyorum, son günlerde! Kabul edelim ki;  uzlaşıdan, anlaşmadan, paylaşımdan mümkün olduğunca uzak duruyoruz. Günlük yaşam içerisinde bırakın etrafımızdakileri, kendi kendimizle bile sözcükleri paylaşmaktan sakınarak “mutlulukları” uzak diyarlara göçe zorluyoruz. Hâlbuki çok da uzakta değil bir nefes ötemizdeki bedenen ve ruhen soluyan canlı varlık. Ama o da, aynı kaygılarla kabuğuna, tıpkı kendimiz gibi örtünen ve aynen “biz” gibi yaşama yabancılaşmayı yeğ tutan bir tavrı kabul ediyor. Neden yakınken uzağız? Yaşam apansız çıkıp gelen sürprizlere açılan, bir kapıdan ibarettir. Şapkasından tavşan çıkarabilen “hayat” adı verilen sihirbaz, aynı yöntemi kullanarak büyülü tavşandan sözcüklerde yaratmıştır bizler için. Sihir içinde sihir, büyü içinde büyü! Varın çıkın işin içinden çıkabilirseniz. Her labirentin bir girişi olduğu gibi, aynen bir çıkışı da vardır; bir yerlerde veya kilitli kapıların ardındaki dünyaların saklı bahçelerinde… Anlamsız mı geldi tüm bu cümleler? Asıl anlamsız olan “paylaşmanın” büyüsünü idrak edememiş olmak; bir anlık nefesle ayakta duran yaşamın içinde.

 

Bu yazıda, bir yol hikayesi tadında yazılmış olan Chambers’in göç, kültür ve kimlik üzerine yoğunlaşan kitabındaki “melezleşen metropol insanı” tanımlamasından hareketle, büyülü değil “gerçek” cümleleri sıralayarak sanata ve bu bağlamda bir genç insana parantez açmak hissiyatındayım.  Yaklaşık üç yıldır (arada hayatının rutinin verdiği telaşın kesintileri olsa da!) bu sayfanın satırları arasında kendimce sanata açtığım bir pencereye ortak ediyorum sizleri. Bilgisayar ekranına bırakılan sanat formasyonlu kelimelerin, sizlere nasıl yansıdığını, yine sezgilerimle duyumsamaya çalışıyorum. Belki de yapmak istediğim, şu “köksüz” dünyaya sayfalar ve bilgisayar ekranından nasıl baktığınızı anlayabilmek.Belki sorgulamak?! Belki de öğrenmek! Tıpkı Ian Chambers’in yaptığı gibi! Yazı yazarken, hele de konu sanat olunca yapılan yolculuğun sadece bir kalkış durağı oluyor: Yazıya başlamak! Sonraki zamana yön veren yolun durakları yok! Ancak varış noktasına gelince “son söz” ile bir dinlenme molasını hak ediyor kalem. Taa ki diğer bir yazıya başlayıncaya kadar. “Yola devam etmeden önceki ‘ıssız ve sessiz’ bekleyişler” diyorum ben bu soluklanma noktasına… Böylesi müphem bekleyişe geçmişken, Ankara’dan Girne’ye uzanan üç haftalık kaçamağın sonunda, yeniden gerçek hayata döndüm. Girne’de geçen günler bir rüyadan ibaretti. Bu rüyadan uyandığımda yorgun değil, hüzünlüydüm! Yirmi üç yıllık bitmeyen hüznün ardından bu kalabalık şehirde, bir zerre olabilmek adına, sokaklarda, iş çıkışı yaptığım uzun yürüyüşlerde düşünce iklimimde sadece Kıbrıs vardı. Benim yorgun ADA’m… Bu kez daha bir yorgun gördüm seni! Köklerinden koparıldın sanki! Savrulup atıldı her bir zerren Beşparmaklara; sanki başka bedenlere kök saldın, o başka bedenlerde sana! Böylesi bir kapanma ve aynı anda dayatılan, sana uymayan, üzerinde eğreti duran bir açılmanın verdiği “yeni varoluşa” dayanabilecek misin Kıbrıs?

 

Yürüyüşlerin verdiği düşünce süreçleri, bir film şeridi gibi aklın kıvrımlarına takılı kalıp, durgunlaştığında, insan yorgun bir düşün girdaplarına vura vura gerçek hayata yeniden tosluyor. Böylece göç, kimlik ve de “ev” kavramına dayanmış buldum kendimi. Sonuç olarak, us oyunlarının fendi sanatı yendi mi? Böylesi bir akıma kapılmışken, mutlaka bir yerlerde yaşam “hakikat”i gizlenmiştir. Bu da “balık hafıza” melodilerinin pek çok yazıya kaynaklık ettiği şu son günlerde, benim için açıklanması ancak: “İnsanlık durumunun kendine gittikçe yabancılaşması!” gibi bir cümleyle eşdeğerde olabilirdi. “Evsizlik dünyanın kaderi olmaya doğru gidiyor.” Martin Heidegger’e ait bu sözün içindeyken ve biraz da kendime yabancılaşma hesaplaşmalarına doğru hafif meyilliyken, gündemime bir sergi yerleşti. Mehmet Erdoğan’ın fotoğraflarıyla buluşmak, yukarıdaki düşünce yumağına bir yol açabildi. Edebiyatçı değilim. Buna rağmen yazmanın insanın kendi oyun kurallarını bozan, hatta altüst eden bir mizacının olduğunu iyi bilirim. Bu yazının oyunu, Girne’de giriş katı bir evde, Ağustos sıcağını dışarıda bırakan cam pencerelerin saydam gölgelerinde başladı.

 

***

 

Sonuçta:

 

Lefkoşa, Eylül ayı. Perşembe günü. Bahçe içindeki müstakil evin balkonundan size bakan yorgun gözleri gördünüz mü? Ben gördüm. Yüreğinize dokunup köklerinizi anımsatan sesi duydunuz mu? Ben duydum. Kaldırıma dizilmiş sessizliklerine alkış tutan çocukları izlediniz mi? Ben izledim. Söyleyecek sözleriniz var mıydı? Benim vardı. Sözlerle gelen sessizlikleriniz? 

 

Ben sessizdim!

Sen sessizdin!

O sessiz!

 

Peki, Mehmet Erdoğan?

 

8 Eylül 2011, Perşembe günü, Akdeniz Avrupa Sanat Derneği (EMAA), 2011–2012 dönemine ait ilk sergisine, Mehmet Erdoğan’ın “RÜYAMDA BU KADAR YORGUN DEĞİLDİK” adlı fotoğraf seçkisine ev sahipliği yaparak başladı. “Kentleşme, artan modernleşme ve teknolojik gelişmelerin getirdiği kişisel ve toplumsal yorgunluklara bir ağıt niteliğindeki sergi, izleyicilere “En son ne zaman yorgun değildin?” ve “Bir daha ne zaman yorgun olmayacaksın?” gibi sorular yönelterek, herkesin kendi yorgunluklarıyla yüzleşmesine aracı olmayı amaçlıyor.”

 

Hepimizin, geçtiğimiz 10–15 yılda hızla değişen bir dünyanın ve değiştikçe daha da hızlanan bir yaşamın parçası olduğumuzu vurguluyor, Erdoğan fotoğraflarında... “Gerek küresel olarak teknolojinin akıl almaz bir hızla ilerlemesi ve bu teknolojiyle hayatımızın yeniden şekillenmesi, gerekse Kıbrıs’ta 2004 ve sonrası yaşanan süreçte farklılaşan toplumsal doku ve tüm bunlardan bağımsız olarak “modernleşme”, “kentleşme” gibi olguların ivme kazanması, modern insanı sindirmesi zor, birçok değişim dalgasının ortasında bırakmıştır. Tüm bu gelişmeler, bir taraftan bizi toplum olarak daha bireysel, daha özgür ve dış dünyayla daha iç içe kılarken, öte taraftan dünyada, özellikle Batı toplumlarında, insanın tüketim kültürünün daha da büyük bir öznesi olmasıyla kendini içinde bulduğu ruhsal, zihinsel ve fiziksel yorgunluğun, Kıbrıs’ta da derinlikle hissedilmesine sebep olmuştur. Süper bilgisayarların hızına erişemeyen insan, bir zamanlar kendisine yardım etmesi için keşfettiği ve kullandığı teknolojinin altında kalmış, kendi duygularını, benliğini ve ruhsal devinimlerini sindirmeye fırsat bulamadan sürekli değişmek ve kendini yenilemek zorunda kalmıştır. Hem Kıbrıs’ta hem dünyada, modern insan, hep “daha iyi”, “daha çalışkan”, “daha güzel” ve “daha zengin” olmak için yaşanan koşuşturmacayı çok yakından tanımakta, ancak bu hızlı serüvenin anlamsızlığı içinde de boğulmaktadır.” Tüm bu cümleler serginin ana fikri!

 

Cümleler karşısında akılda sıkışan ve bir türlü akmayan soru trafiğinin arasından “Modernleştik” kavramı fırlayıveriyor. Veya sorular yeni bir soruya açılıyor: Modernleştik mi?

 

Peki, nedir modernlik?

 

Hepimizin bildiği gibi, “Modernlik” on yedinci yüzyılda, Avrupa’da başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimlerini işaret etmektedir. Ulaştığımız sonuç, modernliğin belli bir çıkış zamanı olduğu ve coğrafi sınırlarının belirliliğidir. Bu modernleşme süreci içinde Kıbrıs nerede durmaktadır? Bir diğer soru yine yaşadığımız coğrafya için, maddiyatı mı, yoksa bilgiyi mi merkeze almaktayız? Gerçek şu ki, akıl ile gerçeklik arasına sıkışan bir sırat köprüsünden geçmekteyiz! Çok fazla tanımlama var bugün yaşadığımız zaman dilimi ve sıkıştığımız coğrafya için! “Bir geçiş dönemi”, “bir arayış dönemi”, “bir yok oluş dönemi”… Modernlik kavramıyla birlikte dünya ölçeğindeki bakışın tanımlamaları ise bizim kendi fanus dünyamızdan çok daha farklıdır: postmodernlik, postmodernizm, endüstri sonrası toplumu, feodalite sonrası veya monarşinin ardından değişen siyasal yapı, yani demokratikleşme aşaması ve galiba en önemlisi de kapitalizm-sonrası… Bizim gerçeğimiz yaşadığımız coğrafyada geçen yüzyılın başında belirginleşen dönemleri, kendi yaşam ölçeğimize belki de taşıyamamamızdan kaynaklanıyor.

 

2004 sonrası süreçte hızla değişen sokakların, kasabaların, sosyal ve kültürel yapının suçlusunu aramakla geçiyor günlerimiz! Bu nedenle 1984 yılında Lefkoşa’da doğan Mehmet Erdoğan bu coğrafyanın acı kaderinde bir umut ışığı olarak algılanmalı! Neden mi? Kracauer, tarihin motorunun akıl ile gerçeklik arasındaki özdeşmezlik olduğunu savunurken; modern tarihyazımının ortaya çıkışıyla fotoğrafçılığın doğuşunu ve bunların ortak tekliflerini karşılaştırıyordu. İşte az önce sorduğum “Neden mi?” sorusunun yanıtını burada bulabiliriz. Sergi kavramı, seçilen ve uygulanan teknik- ki fotoğraftır- ve imge/imgeler dizini, konuların merkezinde Mehmet Erdoğan’ın kendini coğrafya kesitleri ve mekânlar –ki bu mekânlar genellikle kapalı kutu gibi algılayabileceğimiz odalardır- içinde direkt olarak göstermesi bugünün, şu an, şimdi, soluk alıp verdiğimiz her nefeste yaşayan/yaşamaya çalışan veya yaşıyorum diyebilen “bir KIBRISLI portresidir!”  

 

Bu yazıya son söz:

 

“ne uyumayı beceriyoruz, ne uyanık kalmayı!

 

Oysa gözlerimizden hiç gitmeyen bir kare var. Çocukken, dağınık saçlar ve bayramlık ayakkabılarımızla, güneşten kenarları yanmış, sarı pembe bir fotoğraf: belki Girne limanında artık olmayan bir parkta; belki bir aile pikniğinde, henüz kirlenmemiş alev kayasında: her şey, yeni başlıyor...” Mehmet Erdoğan

 

 

Gitmekte olduğumuz yolun bir haritası var mıdır? Bu sorunun cevabını bilen eğer YORGUN değilse susmasın!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri