“English Halt, Ermu ve Çağlayan’dan hatıralar...”

Sevgül Uludağ

Rahmetlik anneciğim vefat etmeden birkaç ay önce, bahçede gancellinin yanında annemin her zaman oturmayı sevdiği yerde oturup kahve içmiştik...
Aylardan Şubat sonu ya da Mart’tı, yıl 2005’ti... 
O yıl Şubat ayında havanın çok sıcak olduğunu hatırlarım... Annem gancellinin yanında, mandarin ağacımızın biraz ötesindeki bu noktada oturmayı severdi kışın çünkü rüzgar almayan bir yerdi, güneşin en fazla ısıttığı noktaydı...
Orada açılıp kapanan sandaliyelerimizde oturmuştuk... Kahve içip fallarımıza bakmıştık...
Rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ, zaman zaman bana eski hatıralarından söz ederdi...
O gün de “English Halt” denen ve Mağusa’da bulunan bir bölgedeki evlerinden söz etmişti...
Ermu Caddesi’nden, oradaki evimizden, Çağlayan’daki bu evimizden...
O günlerde bir yazı kaleme almıştım, bu yazı 6 Mart 2005’te ALITHIA gazetesinde yer almıştı...
Rahmetlik annemi bu yazıyı kaleme aldıktan beş ay sonra, 23 Ağustos 2005’te kaybettim... Ağustos ayının ilk günlerinde aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırılmıştı... Ancak üç hafta dayanabilmişti... 

THE ENGLISH HALT... İNGİLİZ DURAĞI... 
Sevgili anneciğimin hatırasına, bu yazıyı siz okurlarımla da paylaşıyorum... Şöyle yazmıştım bundan 19 sene önce:
“... ‘English Halt’ yani “İngiliz Durağı” denen bir yerde bir evdi... Bu sözcükler bana David Lynch’in “Mulholland Drive” (Mulholland Yolu) adlı filmini hatırlatıyordu... Filmin içeriğiyle ilgili değildi bu anımsatma elbette, yalnızca o sözcükler ve onu söyleme biçimiydi bana bu filmin adını hatırlatan: “İngiliz Durağı”...
1944 yılında bu ev tek başına, Mağusa’nın beş mil dışında, öylece duruyordu... Açık alanlar vardı, gözünüzün gördüü yer yer ovaydı ve Lefkoşa ile Mağusa arasında gidip gelen tren de işte tam burada duruyordu: Tam da “İngiliz Durağı”nda... 

LİMANIN ARKASINDA BİR EV...
Annem Türkan ile babam Niyazi evlendiklerinde, Mağusa’da, limanın arkasında bir ev kiralamışlardı...
“O eski evlerden biriydi” diye anlatıyor annem... “İki oda varıdı yukarıda, alt katta ise karşılıklı iki oda ve odalar arasında bir hol... Niyazi, Mağusa’da polisti. Polisin savcılık görevünü yapmaktaydı, “çavuş” idi, yakaladıkları suçluları mahkemeye çıkarıyordu – yani sarhoş olup rahatsızlık yaratanları, hırsızları ve bu gibi suçluları... Eşim Mağusa’da polis olduğu için orada yaşıyorduk... Ancak bir gün evin sahibi eşimi ziyaret etmiş ve onu, kendilerinin de bu eve gelip kalmaya ikna etmişti. Bir hizmetçileri vardı ve bu hizmetçinin ilk bebeğimiz İlkay’a bakmasına ve evde bize yardım etmesine söz vermişlerdi. Ev sahiplerinin gelip bizim onlardan kiralamış olduğumuz evde bizimle birlikte yaşamaya başlayacaklarını duyunca gerçekten bozulmuştum ama yapabileceğim bir şey yoktu... 


1955-59 döneminden Ermu Caddesi'nden bir fotoğraf. Andreas Fterakidis'in arşivinden

BİR ZAMANLAR HASTANEYMİŞ... 
Sonrasında bu evde ev sahipleriyle birlikte dayanılmaz olmuştu... Başka bir ev aramaya başlamıştık... Niyazi’nin polisteki komutanı Bay Hassabi ona “İngiliz Durağı”ndaki evi önerdi. Bu ev bir zamanlar bir hastaneydi, sonra bir takım hırsızlıklar olmuş ve evin kapıları ve pencereleri bile çalınmıştı. Ancak kira ödemeyecektik, hükümete aitti bu ev, böylece eve taşındık... Çalınmış olan pencereleri tahta plakalarla çakmışlardı... Kendinizi tümüyle yalnız hissedeceğiniz bir yerdi burası... 

GARABET’İN ÇİFTLİĞİ...
Çevrede başka hiçbir ev yoktu, yalnızca zaman zaman buradan geçen trenin sesini duyuyordunuz... Ve uzakta bir yerde bir Kıbrıslıermeni’ye ait bir çiftlik vardı, “Garabet’in Çiftliği” diyorduk buna. Bu çiftlikte pek çok Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum çalışmaktaydı...
Gün boyunca evde yalnız kalıyordum, bazan eşim Niyazi görev başında olduğunda geceleri de yalnız kalıyordum. Hiçbir şeyden korkmuyordum. 
Ancak bir gece bir ses duydum... Niyazi’nin çok kuvvetli bir el feneri vardı, bunu göreve çıktığında kullanırdı. Bir keresinde bu fener, onun hayatını kurtarmıştı... Birileri onu başka bir şahısla karıştırıp öldürmeye çalışmıştı, çok kötü yaralanmıştı ancak bu fener ölmesini engellemişti... 


Ermu'nun bölünmesinden bir fotoğraf...

“KORKUP KAÇMAYA BAŞLAMIŞTI...”
Bu el fenerini aldım ve pancurların arasından baktım, bir çift göz bana bakıyordu... Niyazi’yi öldürmeye gelmişti bir adam fakat ben avazım çıktığı kadar bağırmaya başlayınca korkmuş ve kaçmaya başlamıştı... Çizme, siyah pantolon ve siyah bir palto giyiyordu... Seneler sonra öğrenecektik ayrıntıları: E... adlı birisiydi, Lefkoşa’da arabacıkta kebap yapıp satıyordu. Pek çok kereler sarhoş olup sokaklarda bağırıp çağırdığı için tutuklanmıştı. Bir gün Niyazi onu mahkemeye çıkarmıştı ve kamu huzurunu bozduğu gerekçesiyle 5 lira ödemeye mahkum edilmişti. Bu adam o kadar sinirlenmişti ki Lefkoşa’ya geri döndüğünde evini vekalete vererek bir silah satın almıştı Niyazi’yi öldürmek için. Ve o gece evimize gelmişti, o beni, ben de onu korkuttuğum için kaçmıştı... 
Garabet’in Çiftliği’nde Kostaki, çığlıklarımı duymuş ve o da kuyuya inip saklanmıştı! Silahı bir çantada taşıyan bu adamı görmüş ancak karşısına çıkarsa kendisinin de öldürüleceğinden korkup saklanmıştı...

“LEFKOŞA’YA TAŞINIYORUZ...”
İşte böylece aniden, “İngiliz Durağı”ndaki bir ev benim için bir kabusa dönüşmüştü... Geceleri yalnız kalmıyordum... Ağlıyordum ve hastalanıyordum... Asaplarım o kadar bozulduydu ki bir gün intihar etmeyi bile düşündüydüm... 
İşte böylece 1945 yılında Lefkoşa’ya taşındık, önce Tahtagala Mahallesi’ne, sonra da Ermu Caddesi yakınında teyzemin bana verdiği eve... 


Bir zamanlar Ermu..

KEBAPÇILIK YAPAN BİR ADAM...
Yıllar sonra 1958’de sana hamile olduğumda yeni çarşaflar satın almak için çarşıya gitmiştik. Niyazi bana E... adlı bu adamı gösterdi, arabacıkta kebap yapmaktaydı... Niyazi bana dönerek, “İngiliz Durağı’ndaki evimize gelen adam kimdi bilir min? İşte oydu” diye bu adamı işaret etti. Gidip ona vurmak istedim ancak eşim bana engel oldu, “Rahat bırak kendini... Layığını bulacak... Herkes eninde sonunda layığını bulur” dedi... 
Ona baktım ve gözleriyle saçlarından onu tanıdım...
Bir gece gene sarhoş olup gene tutuklanmıştı ve hücresinde tirtir titriyordu... Niyazi ona acımış ve gardiyana iki battaniye getirmesini söylemişti. Sonrasında E... gardiyana, “Onu öldürmeye gittiğimi bilmez, üşüdüğüm için bana iki battaniye verir bu adam” demişti... Daha sonra gardiyan eşime bunu anlatmış ve böylece Niyazi’yi öldürmeye gelen şahsın o olduğunu öğrenmiştik...

ERMU CADDESİ’NDE KARMA YAŞAM... 
Böylece Ermu Caddesi’nde yaşamaya başladık... Canlı bir yerdi, karma bir sokaktı – komşularımız da hem Kıbrıslıtürkler, hem de Kıbrıslırumlar’dı... Magis vardı, “Demirci” dediğimiz bir diğer Kıbrıslırum vardı... Bazı sandaliyeciler vardı ki bunlar Kıbrıs sandaliyeleri yaparlardı. Bir Kıbrıslıtürk aile vardı ve tek kızları, Kıbrıslırum sandaliyecilerden birine aşık olmuş ve hamile kalmıştı... Kızın babasının bu konudan hiç haberi yoktu... Bir gün kızının çığlıklarını duydu, kızı evde doğum yapıyordu! Neler olduğunu sorduğunda durumu anlattılar kendine, oracıkta yere yığılıp hastalandı...
“Benim kızım evli bile değil, nasıl hamile olup çocuk doğurur...” diyordu. 
Annesi bir Kıbrıslıtürk, babası da bir Kıbrıslırum olan o çocuk ilerleyen yıllarda bir sendika lideri olacaktı, uzun boylu, zayıf, sarışın birisiydi... Bir başka komşumuz da bir Kıbrıslıtürk kadındı ve bir Kıbrıslırum adamla birlikte yaşamaktaydı... 
EOKA ve TMT harekete geçtiği zaman, Ermu Caddesi’nden ayrılmaya karar verdik. Sağlığım da çok iyi değildi, tüberkülöz olmuştum ve doktorumuz eşime, “Onu Lefkoşa’nın dışına, açık alanların bulduğu yerlere çıkar... Bahçeli bir yer olsun, nefes alabileceği bir yer” demişti...

ÇAĞLAYAN’DA BAHÇELİ BİR EV...
Böylece Çağlayan’daki arsayı satın almıştık, Niyazi’nin maaşından her ay 7 lira taksit ödeyerek. Çağlayan’daki arsaya bir ev yaptık ve 1956 yılında bu eve taşındık... Çağlayan bölgesindeki eski, güzel evlerin çoğu Kıbrıslırum ustalar tarafından yapılmıştı, o nedenle bu kadar güzeldiler...
Artık Çağlayan’daki evimizin güzel bir bahçesi vardı ve çiçekler, ağaçlar, sebzeler ekmeye girişebilecektim buraya...
Mahallemizden .... adlı şahsı bilin... Nenesi bir Kıbrıslırum’du, bir Kıbrıslıtürk’e aşık olmuştu. Adı Melani idi... Mahallemizde bir işyeri sahibi olan bu Kıbrıslıtürk’ün her iki nenesi de Kıbrıslırum’du... O günlerde bu tür aşk hikayeleri olağandı ve pek çoğunu bilirim ben...”
Bahçede annemle oturup sohbet içiyor, fallarımıza bakıyor, Dalmaçyalı köpeğimizle oynuyoruz... Geçmişi konuşmak için bir alan yaratıyoruz – Lefkoşa eskiden nasıldı, “milliyetçilik” öncesinde Kıbrıslılar’ın ilişkileri nasıldı ve şimdi nasıl değişti bu ilişkiler... Benim henüz doğmamış olduğum yıllardan söz ediyoruz... Annem 87 yaşında, çok şey görmüş ve onun içgüdülerine güveniyorum... Bu nedenle birlikte onun hatıralarından söz ediyoruz, bunları Lefkoşa’nın geçmişte nasıl olduğu hakkında hiç bilgisi olmayan evlatlarımıza aktarmak için...”


1950'li yıllarda anneciğim Türkan Uludağ en sağda, ablam İlkay'la  birlikte Kazım dayımların düğününde..
 

DEVAM EDECEK